Kolay Havuçlu Tarçınlı Kek  Tarifi

55 Yıllık Eşini Kaybeden Ayla Teyze'nin Havuçlu Kekle Hayata Dönüş Hikayesi

Favorilerime
Ekle

"Hiçbir zaman anne olamayacağım, hayat ne garip anne..."

Bu sözleri kulaklarımda çınlayan kadınla tanışmanızın zamanı geldi. Mutlululuğu bulup bulup kaybetmiş, hayatı boyunca hep yenilmiş Ayla Teyze'yi tanımanız gerek. Onu sevmemiz gerek. Onun anlaşılmaya ihtiyacı var. Onu yalnızlıktan kurtarmamız gerek.

O belki de hayatımda gördüğüm en iyi, en temiz kalpli insandı ama siz de çok iyi bilirsiniz, iyi ve güzel insanlar hep ağlar.

"Bana bir dilim havuçlu kek, bir de açık çay. Nuri Bey'e de bir dilim havuçlu kek, bir de demli çay"

Bir süredir kafeye gelen yaşlı bir teyze var. Her hafta geliyor. Pamuk pamuk elleri, yanakları, insanın içine dokunan bir ses tonu var. Ama bir yandan da kocaman bir vazgeçiş, derin bir umutsuzluk, büyük hayal kırıklıkları yerleşmiş suratına, duruşuna, bedeninin her ayrıntısına.

Onu aklıma kazımamın sebebi her geldiğinde aynı şeyi sipariş etmesi. Her seferinde şu konuşma geçiyor aramızda:

- Hoş geldiniz. Ne isterdiniz?

- Bana bir dilim havuçlu kek, bir de açık çay. Nuri Bey'e de bir dilim havuçlu kek, bir de demli çay.

Siparişlerini götürüyorum masasına. Ama Nuri Bey asla gelmiyor. Yaşlı kadın kekin kokusunu içine çeke çeke yiyor, çayını içiyor ve hesabı istiyor. İki kişilik hesabın tamamını ödüyor ve gidiyor.

Sonra ertesi hafta yeniden geliyor. Ondan sonraki hafta yeniden, sonraki hafta yeniden. Hatta zamanla fark ediyorum sadece çarşamba günleri geliyor ama Nuri Bey hiçbir zaman gelmiyor.

O havuçlu kek ve demli çay hep öksüz kalıyor.

Böyle böyle haftalar geçiyor. Artık bir gün dayanamıyor ve yaşlı teyze kekini yiyip hesabı istedikten sonra soruyorum:

"Nuri Bey bugün de gelmeyecek galiba..."

Sonradan adının Ayla olduğunu öğrendiğim pamuk teyzenin yüzüne acı bir gülümseme yerleşiyor.

"Ah kızım, o gelemez ki. O bizi tamamen terk edeli 8 ay oldu."

Nasıl yani? Bu da ne demek şimdi?

***

Kendimi tutamıyor ve sesli olarak da aynı şeyi söylüyorum Ayla Teyze'ye.

"Nasıl yani? Ne demek ki bu?"

Yine haddimi aştım farkındayım ama Ayla Teyze bana kızmıyor, aksine oldukça sevecen bir şekilde gözlerimin içine bakarak şunları söylüyor:

"Ah kızım, çok uzun hikaye. Dinlemek istersen anlatırım ama şimdi burada olmaz, seni işinden gücünden etmek istemem. Ama istersen bir gün bana gel. Kocaman bir evde yapayalnızım. Türk kahvesi yaparım sana, sen de bir güncük de olsa bana arkadaşlık edersin, yalnızlığımı unuturum belki de böylece."

Ve beni tanıyanların çok iyi tahmin edeceği üzere cevabım evet oluyor.

***

Vardiyamın erken bittiği günlerden birinde Ayla Teyze'nin evinin kapısındayım. Elimde bir kutu havuçlu kek, bana kapıyı açmasını bekliyorum.

Çok sıcak karşılıyor beni Ayla Teyze. Ama hala her yerinde kocaman bir vazgeçiş, derin bir umutsuzluk, büyük hayal kırıklıklarını taşıyor.

Evi çok güzel. Kocaman bir bahçesi var. Ama duvarları, ne biliyim, içerisi o kadar soğuk ki. Hiçbir yaşanmışlık, hiçbir sıcaklık yok. Büyük ama yapayalnız bir ev bu.

Ayla Teyze kahvelerimizi getiriyor ve bana son kez soruyor:

"Gerçekten dinlemek istiyor musun kızım?"

Kafamı sallıyorum ve başlıyor Ayla Teyze anlatmaya...

"Ben çok zengin bir ailede büyüdüm. Büyük bir servetin içine doğdum. Sert bir babam, babamdan deli gibi korkan bir annem vardı ama yine de güzel bir çocukluk geçirdim. 18 yaşıma geldiğimde ise hiç beklemediğim bir şey oldu. Aşık oldum.

Nuri, bizim şoförün Hasan Bey'in oğluydu. Birlikte büyümüştük, birbirimize farklı şeyler hissettiğimizi anladığımızda ise ben 18, o 20 yaşındaydı. Biz gizli gizli flört etmeye, bahçede herkesten saklı buluşmaya başladık. Nuri beni çok seviyor, el üstünde tutuyor, bana sanki eriyip gidecek bir kar tanesiymişim gibi nazikçe davranıyordu. İlk defa birinin bana değer verdiğini hissediyordum. Çünkü anne ve babam asla sevgilerini gösteren insanlar olamamışlardı. Nuri'nin sevgisi, inceliği benim de ayaklarımı yerden kesmişti, bulutların üstündeydim sanki. Ama babam beni o bulutların üstünden çok çabuk indirecekti, bunu sonradan acı bir şekilde anlayacaktım.

Nasıl olmuşsa babam Nuri'yle aramda olanları öğrenmiş, bir gün beni karşısına çekti. 'Şoförün o meteliksiz, cahil, kaba oğluyla görüşmek de ne Ayla? Onunla tüm ilişkini keseceksin. Böyle bir şey asla olmayacak. Ben seni prensesler gibi büyüttüm, sen şoförün oğluyla kırıştırasın diye değil' dedi. Bağırdı, esti, gürledi. Nuri'yi o kadar çok seviyordum ki bu sefer annem gibi olmayacak, babamın tüm hakaretlerine, azarlarına katlanmayacak, başımı eğip gizli gizli ağlamayacaktım. 'Hayır, baba' dedim, 'Ben Nuri'yi seviyorum. Evleneceğiz biz. Ondan vazgeçmeyeceğim' dedi.

Babamdan ilk tokatımı o gün yedim. Beni evlatlıktan, tüm mal varlığından reddetme tehdidiyle odama kitledi günlerce. Nuri'yi de 30 yıllık şoförü Hasan Bey'i de kovmuş evden ben odamda hapisken. Ama sonra bir şekilde Nuri bana bir mektup ulaştırdı. Beni kaçıracağını söylüyordu. Ve yaptı da. Biz bir yaz gecesi, yıldızlar gökyüzünde parıl parıl parlarken benim hapishanem olan o köşkten kaçtık.

Babamın blöf yapmadığını ise birkaç gün sonra anladım. Benden tüm maddi desteğini çekmişti. Annemin her zamanki gibi sesi çıkmıyordu. Biz de Nuri'yle hemen evlenip sıfırdan bir hayat kurduk kendimize. Bir bodrum katında, tek odalı bir evimiz vardı. Ama bizimdi. İkimiz birlikteydik ve mutlu olmamak için hiçbir sebebimiz yoktu. Sevgimizle ısındı o ev, yuvamız oldu. Hayatımın en güzel günlerini o rutubetli bodrum katında geçirdim ben.

Evleneli 1 yıl olmuştu ki dünyanın en güzel haberini aldık. Hamileydim, bebeğimiz oluyordu! Nuri de ben de mutluluktan ölecektik sanki. Belki kendi annem, babam bana sırtını çevirmişti ama benim de kendi ailem olacaktı şimdi. Ve asla çocuğuma onların bana davrandığı gibi davranmayacak, onu pamuklara saracak, onu dünyanın en mutlu kız çocuğu olarak yetiştirecektim.

Kız çocuğu diyorum çünkü içimize öyle doğuyordu Nuri ile. Bir kızımız olacaktı. Burnu bana, gözleri Nuri'nin yeşil gözlerine benzeyecekti. Adını bile koymuştuk kızımızın; Sevgi olacaktı ismi. Sevgiyle doğacak, sevgiyle büyüyecekti.

ayla-teyze-hamile

Ama sonra... Sonra... Yedi aylık hamileyken birden kasılmalarım, ağrılarım başladı. Erken doğum diye hastaneye götürdüler beni, ameliyata aldılar. Ama doğumhaneden ben tek başıma çıktım. Sevgi çıkamadı. Ölü doğum olduğunu söyledi doktorlar. Sevgi'yi bir kez bile kucağıma alamadım, anne olmayı beceremedim ben.

Doktor, bir daha gebe kalma ihtimalimin çok düşük olduğunu söyledi. Hiçbir zaman anne olamayacağımı söyledi bana. İnsan bu kadar acı bir haberi nasıl bu kadar soğukkanlılıkla verir, hala hiç anlayamadım.

Nuri de ben de çok üzgündük. Ama Nuri acısını içine atıyor, bana destek olmak için, yüzümün yeniden gülmesi için elinden geleni yapıyordu. Ben anneme mektuplar yazıyordum, beni bir tek o anlayabilirdi çünkü. Her ne kadar benim annem olmaktan vazgeçse de beni anlardı annem. 'Hiçbir zaman anne olamayacağım, hayat ne garip anne...' yazdığım mektuplar gönderiyordum anneme, ondan hiç cevap gelmiyordu. Hem annesiz, hem evlatsız kalmıştım.

Sonra aradan aylar geçti ve Nuri ile bir karar verdik. Madem çocuğumuz olamayacaktı, bir evlat sahiplenebilir, bir çocuğa evimizi, kalbimizi açabilirdik. Yalnız ve terk edilmiş bir çocuğa umut olabilir, onu kendi çocuğumuz gibi büyütebilir, öz annesi ve babasının eksikliğini hissettirmeden ona mutlu bir hayat sunabilirdik. Yapabilirdik bunu.

Ama durumumuz hala çok kötüydü. Hiçbir çocuğa böyle bir kötülük yapamazdık. Bu yüzden Nuri canla başla çalışmaya başladı. Ne iş olsa yapıyor, sabahtan gece yarılarına kadar çalışıyordu. Böyle böyle 2 yılda para biriktirdik, daha düzgün bir eve taşındık. Nuri de akrabalarının işlettiği kırtasiye dükkanını devraldı. Artık sabit bir gelirimiz vardı. Çocuğumuza kavuşabilirdik.

Kavuştuk da... Yağmur'du adı. Gerçek annesi onu yağmurlu bir günde sokağa terk etmiş ve gitmiş. Bu yüzden adını Yağmur koymuşlar. Ama bir görsen, o kadar tatlı, o kadar güzel, o kadar akıllı bir kız çocuğuydu ki Yağmur. Tam bir melek gibiydi. Belki de melekti de.

Yağmur'u evlatlık aldıktan sonra hayatımız çok değişti. Sevgi'nin acısından önceki mutlu hayatımıza geri dönmüştük. Yağmur bize çok iyi gelmişti, biz de ona. Bizi çok sevdi Yağmur. Gerçek annesi ve babası gibi sevdi.

Yağmur, benim havuçlu keklerimi çok severdi. Ders çalışırken mutlaka havuçlu kek isterdi yanına. Ben de ona hep yapardım. Üçümüz bir masanın başına geçer, havuçlu kekin kokusunu içimize çeker çeker, yer, gülüşürdük.

"Ben ona o sevdiği havuçlu kekten yaparım sıcak sıcak, çayını da içer, ısınır hemen benim kızım. O ela gözleri yine çiçek çiçek olur"

Ama sonra yine kötü bir şey oldu. Çok çok kötü bir şey...

Yağmur 16 yaşındaydı o zamanlar. Bir çarşamba günü okuldan eve dönmedi. Önce arkadaşlarıyla beraberdik dedik ama sonra hava kararmaya başladı, yine de eve gelmedi. Polise haber verdik. En son arkadaşlarıyla okuldan çıkmışlar, bizim evin sokağında ayrılmışlar ama sonra Yağmur'u ne gören, ne de duyan olmamış. Eve 3 dakikalık mesafede kızım, canım, yüreğimin ta en içi kaybolmuş.

Günlerce, haftalarca, aylarca aradı polisler Yağmur'u. Ama nafile... Hiçbir haber, hiçbir iz çıkmadı. Onlar da bıraktılar bir yerden sonra aramayı. Ama biz hiç umut kesmedik Yağmur'un döneceğinden. Nuri Bey de ben de kapının karşısındaki koltukta oturduk haftalarca hiç konuşmadan. Kapı çalar da gelirse hemen açalım diye. Acıkmıştır çünkü Yağmur'um, üşümüştür de. Ben ona o sevdiği havuçlu kekten yaparım sıcak sıcak, çayını da içer, ısınır hemen benim kızım. O ela gözleri yine çiçek çiçek olur. Yanakları kızarır sevinçten. Benim kızım yeniden benim kızım olur.

Ama Yağmur gelmedi. Bizim evde o gittiğinden beri hiç havuçlu kek pişmedi. Kokusu her ikimize de kızımızın kokusunu hatırlatıyor, canımızı yakıyordu. Nuri Bey ile artık neredeyse hiç konuşmaz olmuştuk. Birbirimize bakmak bize acılarımızı hatırlatıyordu. Ben acımdan öleceğimi sanıyordum ama Nuri Bey benden daha kötüydü. Kendini suçluyordu. 'Ben seni annenden babandan ayırdım, kader de beni evlatlarımdan ayırarak sınıyor. Hepsi benim suçum, benim suçum' diyordu. Ne yapsam onu kendi suçu oldmadığına ikna edemiyordum. Ama ikimiz de suçluyduk aslında. Gerçek annesi, babasının terk ettiği bir çocuğa sahip çıkamamıştık işte, becerememiştik. Onu büyütememiştik. O hep 16 yaşında kalmıştı.

Aylar, yıllar geçti ve biz asla bir daha eski Ayla ile Nuri olamadık. Birbirimizi hala çok seviyor olsak da artık birbirimizin suratında sadece acılarımızı görüyorduk. Nuri Bey sonra bir anda çok daha kötüleşti. Zar zor doktora götürdüm. Alzheimer dedi doktor. Yapabileceğimiz bir şey yok, dedi.

Nuri Bey, sanki tüm kötü anıları unutmak ister gibi, tüm acıları silmek ister gibi Alzheimer'la boğuşuyordu. Sevdiğim adamı da kaybedeceğim düşüncesiyle çıldırıyor, ne yapacağımı bilemiyordum. Bu kadarına katlanacak gücüm yoktu ama Nuri Bey beni aklından hemen silmişti bile.

Sadece bir kere hatırladı biliyor musun? Yağmur'un kayboluşundan sonra ilk kez havuçlu kek pişirdim evde. Ona götürdüm, belki kokusunu tanır, o mutlu günlerimizi hatırlar diye. Hatırladı da. 'Yağmur, kızım, geldin mi? Ayla, kızımız mı geldi? Yağmur seni çok özledim güzel kızım' diye ağladı yatağının içinde.

O günden sonra bir daha asla havuçlu kek pişmedi evimizde.

Bundan 8 ay önce de, işte, gitti Nuri Bey. Acılarıyla gömdük onu. Önce Sevgi, sonra Yağmur, sonra Nuri gitti benden. Yapayalnız kaldım koca dünyada, yapayalnız. Ah Nuri Bey'i o kadar özlüyorum ki, beni hatırlamıyor olsa da yanımdaydı o, beni tanımasa da acılarımı görüyordu, sıcaklığı bana yetiyordu. Şimdi o da yok, şimdi kimse yok.

İşte o yüzden sizin kafeye geliyorum kızım. O havuçlu kekleri o yüzden sipariş ediyorum. Nuri Bey'i de kendimi de tekrar o mutlu olduğumuz o günlere geri götürmenin yolu sadece bu çünkü. İyileşmemin, devam etmemin başka yolu yok.

Nuri Bey'in ölümünden 2 ay sonra da babamın ölüm haberi geldi. Bana bu evi bırakmış işte. Babam beni ancak öldükten sonra affetmiş.

Ama ne anlamı var ki bu koskocaman evin; içinde ne 55 yıldır beraber uyuyup uyandığım adam, ne de evlatlarım var... Sadece yalnızlığımı hatırlatıyor bu beyaz, dev duvarlar bana. İsterdim ki şu kocaman bahçede çocuklar koşsun, gülüşsün, mutlu olsun. Ben hiç anne olamadım ama çocuklar çocuk olmaya devam etmeli. Çocuklar hep havuçlu kek yiyebilmeli."

***

Ayla Teyze hikayesini bitirdiğinde dünyanın en acı kahvesini içtiğimi anlamıştım ben de. Boğazımda kocaman bir yumru vardı, gözlerime iğneler batıyordu. Ama onun yanında ağlamayacaktım. Hayatı boyunca acı çekmiş, mutlu olup olup onu kaybetmiş bir kadına bu kötülüğü yapmayacaktım.

Aksine onu hayata bağlamam, ona yalnızlığını unutturmam lazımdı.

Ne yapacağımı biliyordum.

rentaltonic

rentaltonic

Ayla Teyze'nin o kocaman, yemyeşil bahçesi şimdilerde bir çocuk parkı. Mahallenin çocuklarının gelip gönlünce oynayabildiği, gülüp eğlendiği, çocukluklarını doya doya yaşadıkları yemyeşil bir cennet.

Hiçbir zaman gerçekten anne olamamış, evlatlarını kaybetmiş Ayla Teyze ise açık çayını içerek camdan onları izliyor. Yüzünde kocaman bir gülümseme...

Mutfaktan havuçlu kek kokusu geliyor.


Doyamayanlar için bir de videomuz var!

Yorumlar

0 yorum yapılmış

Vallahi Bırakmayız, Bir Tabak Daha?