Susuyordum, çığlık çığlığa susuyordum, çünkü konuşsam susamazdım artık, geri dönemezdim. Susuyordum çünkü ne kadar konuşsam da anlamazlardı.
Susa susa büyüttüm içimdeki hüznü, kimse görmedi. Hüznümü saklamak için kılıktan kılığa girdim. Beni sevmiyor olabilirlerdi ama başka biri olursam belki severlerdi. Belki biraz dinerdi yaramın kanaması, belki susardı içimdeki yardım çığlıkları.
Ama olmadı. Görmediler, duymadılar beni. Acıyan yerlerime dokunmadılar.
Ta ki hiç tanımadığım bir adam kafenin kapısından içeri elinde koca bir kutuyla girene kadar...
"Teşekkür ederim" diyordu tanımadığım adam, "Sen gülümsemenle beni hayata bağladın."
Bu, çaresizliğin, umudun, sevginin, kaybetmenin ve kavuşmanın hikayesi.
Bu, Emrah'ın hikayesi.
Elinde bir kutu dolusu zeytinle kafeye gelen bir adam
Hayatım, bir akşamüstü kafenin kapısından elinde kocaman bir kutuyla giren adamla değişiyor.
Adam, kocaman kutuyu zar zor taşıyarak bana doğru ilerledikçe anlamadığım bir telaş içinde buluyorum kendimi. Ne yapacağımı, gözlerimi nereye dikeceğimi, ne tarafa döneceğimi bilemiyorum.
Adam bana iyice yaklaşarak kutuyu ayaklarımın dibine bırakıyor.
Plastik kutunun üzerindeki örtü hafif sıyrılıyor. İçinden yeşil ve siyah zeytinler bana bakıyor.
Anlamıyorum.
Adam şaşkınlığımın daha uzun sürmesine izin vermeyerek konuşmaya başlıyor.
"Teşekkür ederim" diyor karşımdaki yüzü çizgi çizgi olmuş adam, "Sen gülümsemenle beni hayata bağladın."
Birkaç saniye susuyor, ardından devam ediyor:
"Sen o gün bana gülümsemeseydin, ben hayatımın en büyük hatasını yapacaktım. Senin gözlerin benim ışığım oldu. Bu zeytinler senin için. Beni kurtardığın için küçük bir hediye sadece..." diyor.
Şaşkınlığım artarak devam ediyor.
Anlam veremiyorum.
Şaşkınlığımı biraz üstümden attıktan sonra bizi izleyen gözlerden uzak bir masaya geçiyoruz adının sonradan Emrah olduğunu öğrendiğim adamla.
"Beni affedin nolur ama az önce söylediklerinizden hiçbir şey anlamadım, beni biriyle karıştırıyor olabilir misiniz acaba?" diyorum.
Emrah, "Ah, benim hatam. Beni hatırlayacağını düşünmüştüm. Tamam o zaman şöyle yapalım, vaktin varsa sana hikayemi anlatayım" diyor.
Hikayelere asla hayır diyemediğimi zaten siz artık çok iyi biliyorsunuz.
" Aramızda tüm dünyayı yakacak kadar kocaman bir ateş vardı. Yanacağımı bile bile uzattım elimi. Yanacaksam aşktan yanacaktım"
Ve Emrah başlıyor anlatmaya:
"Bundan 3 hafta önceydi. Buraya geldim, bu kafeye. Hatta şu güneş almayan köşedeki masaya oturmuştum. Tek başıma... Çok mutsuzdum, çok öfkeliydim, hayattan, insanlardan, kahveden, pastadan, her şeyden nefret ediyordum. Sonra sen geldin, siparişimi sordun, yüzüne bile bakmadım önce, bir şeyler mırıldandım ve sen gittin.
Sonra tekrar masaya geldiğinde sana bağırdım. Hala hatırlamıyor musun? Çayımı geç getirdiğini bahane edip tüm mutsuzluğumu senden çıkarmıştım. Ama sonra kafamı sana doğru kaldırdım; sen her şeye rağmen bana kocaman gülümsüyordun. Karşındaki bu aksi adama gülüyordun. Hem de sahte bir gülümseme değildi o. İnsanın içini ısıtan, 'Hayatta hala güzel şeyler var, vazgeçme' diyen bir gülümsemeydi o. Kocaman bir tokat atsaydın o an yüzüme, kendime bu kadar gelemezdim.
İşte o gün bana o gülümsemenle çok şey hatırlattın. Karımı, sevdiğim tek kadını, Özge'yi hatırlattın. Özge de tam olarak böyle bir gülümsemeyle beni kendi kabuğumdan çıkarmış, benden yeni bir adam yaratmıştı.
Özge ile tanıştığımızda ben sokaklarda yaşıyordum. Evet, doğru bildin, evsizdim. Annem beni doğumdan birkaç saat sonra sokağa terk etmiş. Ondan beri sokaklardaydım ben, sokaklar yuvam oldu. En büyük sevgiyi de, en büyük kötülükleri de sokaklarda tattım ben. Hiç evim olmadı belki ama sokaklar hep benim evim oldu.
Sonra bir gün Özge beni gördü. O kirli kıyafetler, yıkanmamış saçlar, yırtık ayakkabıların arkasına saklanmış bu adamı Özge gördü. Herkesin görünce kaçtığı adama o yaklaştı. Yüzünde aynı senin gibi kocaman bir gülümseme vardı. O gülünce gözleri de onunla gülüyordu. Benimle uzun uzun sohbet etti, beni dinledi, beni anladı o.
Aramızda tüm dünyayı yakacak kadar kocaman bir ateş vardı. Hissediyordum. Yanacağımı bile bile uzattım elimi.
Yanacaksam aşktan yanacaktım.
Özge ile sokaktaki sohbetimizden sonra onu bir daha görmekten başka bir dileğim yoktu hayatta. Ama İstanbul'da yaşamıyordu. Muğla'da bir okulda öğretmen olduğunu anlatmıştı bana. Hayatımda ilk defa doğru bir karar verip hangi okul olduğunu sormayı da akıl etmiştim.
Dedim ya, onu görmem lazımdı. O yanan ateşe elimi uzatmam lazımdı.
Muğla'ya gidip onu bulmalıydım. Başka çarem yoktu.
Karşısında evsiz, pis adamı görmeyi isteyip istemediğini bilmiyordum ama bu riski alacak kadar yangın yeriydi içim. O beni görmüş, kimsenin konuşmaya tenezzül etmediği, sürekli itip kaktığı, bir çöp gibi davrandığı adama gülümseyişini vermişti. O bu riski almıştı, ben de almalıydım.
Bana tek gereken otobüs bileti için biraz paraydı. Ama bilirsin, evsizlerin pek parası olmaz. Bu yüzden ilk işim para bulmak oldu. Günlerce, gecelerce sokaklardaki çöpleri karıştırarak insanların çöpe attığı kitapları topladım. İnsanların değer vermediği o kitapları sahaflara götürüyor, satıyordum. Zaten önceden de çöplerden bulduğum kitapları toplar, yarım yamalak okuma-yazmamla okurdum. Simitçi bir abi öğretmişti küçükken bana okumayı, Küçük Kara Balık'ı okutmuştu ilk kez bana, hayatımı değiştirmişti. Gel zaman git zaman çöplerden topladığım kitaplardan oluşan küçük bir kütüphanem bile oluşmuştu artık.
Otobüs bileti için hala eksiğim vardı. Yüreğim acıya acıya kütüphanemdeki kitapları da sattım. Sadece tek bir kitaba kıyamadım, o da benimle gelecekti Muğla'ya. Sokaktaki soğuk gecelerime ışık olan bu kitap sevdiğim kadınla buluşmama da şahit olacaktı.
Elimde sıkı sıkıya tuttuğum kitaba baktım: Oğuz Atay - Tutunamayanlar yazıyordu kapağında.
İşte bir bahar günü Tutunamayanlar ve ben Muğla otobüsündeydik. Beni orada neyin karşılayacağını hiç bilmiyordum ama içim kıpır kıpırdı. Hiç tanımadığım bir kadın bana tek bir gülümsemeyle umut etmeyi öğretmişti. 29 senelik hayatımda ilk kez bir otobüsün koltuğunda umut ettim ben.
Özge'nin çalıştığı okulu buldum zor bela. Beni karşısında görünce çok şaşırdı. Gözleri güldü, yüreğim hopladı. Sonrası ise çok hızlı gelişti. Uzun sözün kısası biz Özge ile 3 senedir evliyiz. Muğla'da yaşıyoruz. Küçük bir evimiz var. Hayatımda ilk defa bir evi olan insan için bu cümlenin önemini bilemezsin. O çocuklara okuma-yazma öğretiyor kalbindeki kocaman sevgiyle, ben zeytincilikle uğraşıyorum. Evsiz bir adamdan her bir zeytine evladı gibi davranan bir adama dönüştüm son 3 senede. Kıyafetlerim temiz, ütülü. Başımda bir çatı var. Beni seven bir karım var.
Ama işte her insan evladı gibi ben de bunun değerini bilemedim.
O gün kafeye geldiğimde Özge ile kavga etmiştik. 3 sene içindeki en büyük kavgamızdı. Ben evi terk ettim hiçbir şey düşünmeden. Öfkeliydim, mutsuzdum, İstanbul'a geldim. Büyünün bozulduğunu düşünüyor, ayrılmamızın belki de en iyi çözüm olduğunu tartıyordum kafamda. O kadar körleşmiştim ki...
İşte sonra sen... Sen her şeye rağmen bana gülümsedin. O karanlığın içine güneş gibi doğdu gülümsemen. 'Her şey yoluna girecek' der gibi gülümsedin bana. Sen gülümsedin ve ben hayatımda ikinci kez umutlandım.
Aklımı başıma getiren gülümsemeden sonra kafeden çıktım ve hemen Özge'yi aradım. Ondan defalarca özür diledim, onu çok sevdiğimi, onsuz bir hayat düşünemediğimi anlattım. Ağlıyordu telefonda, 'Seni çok özledim' diyordu, 'Ne olur geri gel, bir daha gitme' diyordu.
Onu nasıl kırabilir, onu nasıl üzebilir, onu nasıl yalnız bırakabilirdim ben?
O, beni tüm ömrüme yayılan, yalnızlığın en karanlık halinden kurtarmış, beni görmüş, gülümsemesiyle bana ikinci bir hayat şansı vermişti.
Tıpkı senin gibi... Hayatımda ikinci kez biri bana gülümsedi ve beni yeniden yalnızlıktan kurtardı.
O yüzden çok teşekkür ederim sana. Sözlerle ifade edilemeyecek kadar şükran doluyum. Sen belki o gün fark etmedin ama hayatımı kurtardın. Çok teşekkür ederim.
Gördüğün zeytinler de bizim bahçeden. Ellerimle topladım, getirdim sana. Sana verebileceğim tek şey bu çünkü.
Umarım sen de bir gün benim kadar mutlu olursun."
Yorumlar
0