Karanlığın içinden bir ses;
"Korkma" diyor.
"Korkuyorum" diyorum.
"Ben varım" diyor.
Nefesi deniz kokuyor.
***
Sokaktan geçen bir arabanın farı yüzünü aydınlatıyor. Kamaşan gözlerim sevdiğim adamın yüzünü seçiyor. Yanımda beliren gölgenin Kaş'taki Çocuk olduğunu o zaman anlıyorum. Kalbimin sesi tüm Nişantaşı'nın gürültüsünü bastırıyor, sağır eden bir ritimle atmaya başlıyor, ayaklarım benden bağımsız titriyor, ağzım bir anda kuruyor, dudaklarım birbirine yapışıyor. Hiçbir şey diyemiyor, az önce cebime koyduğum anahtarı çıkarıp birkaç dakika önce kilitlediğim kafenin kapısını açıyorum.
Sessiz bir anlaşma yapmışız gibi küçük adımlarla kafenin içine giriyor, ilk masaya oturuyoruz. Sonunda kendime geliyorum ve söylenebilecek en kötü ilk cümleyi kuruyorum:
"Kahve yapayım mı? İster misin?"
"Yok" diyor, "Tek bir şey söyleyip gideceğim, zaten saat çok geç oldu."
Gözlerimi gözlerinin içine dikip söyleyeceği o büyülü cümleyi duymayı bekliyorum. O akşam o masada sevdiğim adamın gözlerinin ela olduğunu ilk defa fark ediyorum.
Bana dakikalarca uzun gelen o sessizlikten sonra konuşuyor:
"Özür dilerim" diyor.
Anlamıyorum. Söyleyeceği şeyin neden bu olduğunu ve neden bu iki anlamsız kelimeyi bir araya getirdiğini anlamıyorum.
"Efendim?" diyorum sessizce.
"Özür dilerim" diyor. "O karanlık gecede seni Kaş'ta yalnız bırakıp sırtımı döndüğüm için, babamdan duydukların için, sana mesaj atıp sonra aramalarını görmezden geldiğim için, bugün seni korkuttuğum için... Özür dilerim. Dün için, bugün için, yarın için özür dilerim" diyor.
Daha önce kalbimi kıran hiç kimse geri dönüp özür dilememişti. Şaşkınım, cevap veremiyorum.
"Özür dilemene gerek yok" diyorum.
"Hayır, var!" diyor. Sesi bu sefer oldukça gür çıkıyor. "Var, sen de bunu biliyorsun. Bugün buraya senden özür dilemek için geldim, doğru. Ama sana söylemem gereken bir şey daha var. Bunu daha fazla erteleyemem" diyor.
Kötü bir şeyler olacak, seziyorum. Gözlerimi, kulaklarımı kapatıp sonsuza kadar yok olmak istiyorum o anda.
"Olmaz. Yani biz olamayız. Bunu sana yapamam. Kendime de yapamam. Ben çok yaralıyım, benim yaram ikimizi de mahveder, hayatımızı, geleceğimizi yok eder. Biliyorum, bana çok kızacaksın, güceneceksin ama bugün anlamasan da bir gün beni anlayacaksın, biliyorum. Yaralı geçmişimde ikimize birden yer yok. Ama ne zaman kendini çaresiz, korkmuş, Kaş'taki o kız kadar yalnız hissedersen ben yanında olacağım. Korktuğunda bir tek ben yanında olacağım" diyor bir çırpıda. Derin bir nefes alıp "Özür dilerim" diyor ve yavaş adımlarla girdiği kafenin kapısından koşar adımlarla çıkıp karanlığa karışıyor.
Size tüm bu cümlelerin ne kadar etime battığını, tenimi yaktığını anlatmam mümkün değil. Kalbimin kırılma sesini bile duydum ben. Kalbim sanki o akşam fiziksel olarak da parçalara ayrıldı. Dakikalarca masada hareketsiz durdum, anlatmak istediklerini çözmeye, sindirmeye çalıştım.
Katilim olay mahaline geri dönmüş, eserine bakmış ve son bıçak darbesini sırtıma indirerek kaçmıştı.
Cinayetimi gazeteler yazmayacaktı.
***
Tahmin edersiniz ki o akşam yaşananları kolay kolay atlatmam mümkün değildi. Beynimle midem aynı anda bulanıyor, bizi ayıran yarasının ne olduğunu düşünüp duruyor, kendimi bazen kurban, bazen suçlu ilan ediyordum.
Ertesi öğlen işe gittiğimde o masanın yanından geçerken bile yüreğim sızlıyordu. Ama yapacak bir şey yoktu, çalışacak, kahve taşıyacak, pasta tabaklarını toplayacak ve adisyonlar arasında yaramı unutacaktım.
Ama sonra kafede öyle bir şey olacaktı ki kırılan tüm kalplerin hesabı sorulacaktı. Kanayan tüm yaralar birbirine karışacak, dilekler rüzgara bırakılacaktı.
Aniden kafeye gelen ve düğün pastası isteyen genç bir adam
Akşamüstüne doğru kalabalık bir grup giriyor içeri. Dünyanın en mutlu ama en mutsuz gözüken grubu. Ama hepsi birbirinden şık, "Herhalde buradan bir davete gidecekler" diye düşünüyorum. Masalarına yerleşmelerini bekliyorum ki gidip siparişlerini alabileyim ve sefil hayatıma kaldığım yerden devam edebileyim. Ama ben daha onlara gitmeden gruptan bir adam geliyor tezgaha doğru. Genç, yakışıklı, şık giyimli biri.
"Saçma bir soru olacak biliyorum ama düğün pastasına benzer bir şey var mı elinizde şu an?" diyor.
"Sipariş üzerine yapıyoruz normalde ama şu an hazır yok, üzgünüm" diyorum tüm soğuk nevaleliğimle.
Adamın yüzü anında düşüyor, gözleri bulutlanıyor, çaresizliği yüzünün her ayrıntısına yayılıyor.
"Bir şey ayarlayamaz mıyız? Belki de bu Çiçek'in son dileği, lütfen" diyor.
Son dileği... Bu da ne demek şimdi? Beni can evimden, hassas noktamdan vuran adama bakıyorum. "Bir şefimizle konuşayım beklerseniz..." diyorum. Adam kafasını sallıyor. Mutfağa gidiyorum.
Mutfaktan döndüğümde adam hala bıraktığım yerde. "Tamam" diyorum, "Cem şef hızlıca ufak bir pasta hazırlayacak sizin için" diyorum.
Adam ağlamaya başlıyor.
***
Hayatımda bu kadar sessiz ağlayan biri görmemiş olabilirim.Gözyaşları iplik gibi elmacık kemiklerinden çenesine süzülüyor. Yüzünün ifadesiyse hiç değişmiyor. Ne kadar süredir içine içine ağladığını merak ediyorum.
Kocaman adamların ağlamasına hiç dayanamıyorum ben. Şimdiyse karşımda bir düğün pastası için ağlayan genç bir adam var. Hikayesini canını acıtmadan öğrenmek istiyorum ama söze nasıl gireceğimi hiç bilemiyorum.
"İyi misiniz?" diyorum sonunda, "Size masanıza kadar eşlik etmemi ister misiniz?" diyorum.
"Hayır, hayır, Çiçek beni böyle görmemeli. Onu en fazla mutlu olması gereken günde yeniden üzemem. Ona son gününde bu kötülüğü yapamam" diyor.
"Son günü?" diyorum artık dayanamayarak.
Adamın sesi çıkmıyor. Anlatmak istemiyor belli, zaten benim gibi bir yabancıya neden anlatsın ki?
"Aslında çok hassas bir konu bu. Ama siz bana yardım ettiniz, onun son dileğini geri çevirmediniz. Size bunu borçluyum" diyor ve başlıyor anlatmaya.
"Ah nasıl yanılmışım, ah nasıl görememişim onu öldürdüğümü?"
"Ben şurada gördüğünüz güzel kadının, Çiçek'in doktoru, bugün itibariyle de eşiyim. Adım Mert. Çiçek ile biz bundan iki yaz önce Bodrum'da tanıştık. Hemen kaynaştık birbirimizle, her biri bir öncesinden daha güzel olan koca bir ayı birbirimizden ayrılamadan geçirdik. Yazdı, gençtik, cesurduk, içimiz içimize sığmıyordu. Sonra ben ondan önce İstanbul'a döndüm. Yaz aşkım Bodrum'da ailesiyle kaldı, birkaç gün sonra o da dönecekti. Ama birbirimize hiç söz vermemiştik ki, nereden bilebilirdim Çiçek'in beni bir yaz aşkından daha fazlası olarak göreceğini? Bana göre bir haftalık bir kaçamaktı, herkes kendi hayatlarına dönecek ve o sıcak yaz günleri nefis bir anı olarak hafızalarda kalacaktı.
Ama Çiçek öyle düşünmüyormuş. Beni aramaya, sormaya devam etti. Bense mesajlarına, aramalarına cevap vermiyordum. Çünkü tatilden döndükten hemen sonra gitmeden önce kavga edip ayrıldığım sevgilimle barışmıştım. Onu yeniden kaybetmek istemiyordum. Çiçek beni unutmalı ve hayatına aynı benim gibi devam etmeliydi. Doğrusu buydu.
Ah nasıl yanılmışım, ah nasıl görememişim onu öldürdüğümü?
***
Bundan 10 ay önce hastanede nöbetçi olduğum bir geceydi, ambulansla bir hasta geldiğini, şuurunun kapalı olduğunu söylediler. Müdahale odasına girdiğimde ne göreyim, Çiçek yatıyor karşımda. Bir yaz kalbimi verdiğim kadın karşımda hareketsiz yatıyor ve onun hayatını kurtarmamı bekliyor. O gün Çiçek kendine geldi ama yapılan testler, detaylı araştırmalar kötü haberi verdi. Çiçek'in beyninde çok kritik bir noktada bir tümör vardı. Bu yaşa kadar yaşaması bile mucizeydi. Onu o yaz Bodrum'da görmem bile bir mucizeydi baktığınızda.
Ameliyatı çok riskliydi. Ailesi karşı çıktı ameliyata, başka yollar aradık ama yoktu. Tabii bu süre içinde sürekli beraberdik Çiçek ile hastanede. Eski konuları hiç açmıyor, çevresinden dolaşıp bugünkü probleme odaklanıyorduk. Ama bir hayalet gibi aramızdaydı hep o karanlık geçmişimiz. Bir gün 'Seni o kadar düşündüm ki bak beynim bile kaldıramadı olanları, sadece kalbim değil beynim de iflas etti' dedi bana, o gün anladım aslında onu o yaz nasıl öldürdüğümü, onu nasıl üzdüğümü. Kendime kızıyor, kendimden nefret ediyordum. Kendimi affedemiyordum, bu yüzden ondan da af dileyemiyordum. Her şeyi telafi etmenin tek bir yolu vardı. Kendi ellerimle öldürdüğüm kadının hayatını kurtarmalıydım. Ancak bu şekilde kendimi affedebilir, ona yeni bir hayat yaşama şansı sunabilirdim.
Sonra ailesi bir gün kararını değiştirdiğini söyledi. Küçük bir yaşama şansı olsa bile Çiçek o ameliyata girmeliydi, her gün bir anda ölebileceğini düşünmek daha kötüydü, kaldıramıyorlardı artık. Çiçek de bu riski almaya hazırdı. Karar verildi, Çiçek ameliyat olacak, o tümörden kurtulacaktı. Tabii ben başarabilirsem...
Geçtiğimiz hafta Çiçek'e evlenme teklif ettim. Eğer işler kötü giderse ve ben onu ikinci kez öldürürsem son günlerini mutlu geçirsin istedim. Sevildiğini gerçekten bilsin, hissetsin istedim. Yaşadığı acılar boşa gitmesin istedim. Çiçek teklifimi kabul etti. 'O ameliyatta beni kurtaramasan da üzülme sakın' dedi bana. 'Belki de bu hastalık bizi birleştirmek için bana gönderildi, mutlu bir kadın olarak öleceğim ölürsem de, ne olur üzülme' dedi.
Bugün imzaları attık, evlendik Çiçek ile. Ve ben yarın sabah Çiçek'i ameliyat edeceğim. O kadar kısa ama belki de o kadar uzun bir ömrümüz var ki önümüzde bilemiyorum. Nikahtan sonra hayatında ilk kez bir şey istedi benden. Son isteğiydi belki de bilmiyorum. 'Ben hep düğün pastası yediğim bir düğün hayal etmiştim, pasta olmadan düğün de olmaz' dedi. Hazırlıksız yakaladı beni. Elim ayağıma dolaştı, yeniden onu hayal kırıklığına uğrattığımı düşündürdü bana. O yüzden apar topar buraya geldik ve ben o yüzden sizden o pastayı istedim.
Kısacası bugün belki de karımla geçirdiğim son günüm, onun dünyadaki son günü ve onu yarın hayata bağlamak benim elimde. Pasta için teşekkürler, bize çok büyük bir iyilik yaptınız."
Yorumlar
2