Oldukça uzun bir yolculuktan sonra ayaklarınız yere basıyor. Sonunda ulaştınız rüyalar ülkesi Amerika’nın kuzeybatısındaki kimileri için en çok bilinen şehrine: Seattle. Nasıl ki Detroit otomobil dünyasının şehriyse Seattle da Microsoft dünyasının şehri. Evet, nedense diğer teknoloji firmaları gibi San Francisco civarlarına değil buraya yerleşmişler. Uçaktan indiğimde ilk tepkim, sanırım burası Amerika’nın Ankara'sı oluyor. Bol miktarda gri bina, üstüne puslu hava ve üstüne hava durumuna baktığınızda 'rainy' dahi yazmayan, 'shower' yazan bir yağmur silsilesi.
Peki neden Ankara kıvamındaki bu yer için yazı yazmaya karar verdim derseniz eğer ki bilgi teknolojileriyle uğraşıyorsanız ve Microsoft ürünlerine dair bir uzmanlık alanınız varsa muhtemelen yolunuz bir gün Seattle’a düşecektir. İşte bu yazı size o gün yardımcı olacak.
Starbucks'ın memleketi Seattle
Bu griler şehrinde bilinmesi gerekenler aslında üç büyük şirketin merkezi olması (Microsoft, Boeing, Starbucks) ve grunge akımının öncüsü Nirvana grubunun buradan dünyaya yayılmış olması. Samimiyetle söyleyebilirim ki her sokakta en az iki tane Starbucks ile karşılaşacaksınız. Hemen her bulduğunuza girmeyin. Çünkü bu şehirde bir iki tane Starbucks var ki dünyada pek muadiliyle karşılaşamayacağınız özellikte. Starbucks’ın genel özelliği kahve standartları ve ürün gamıyla birlikte aslında iç mekanlarının da tüm dünyada birbirine çok benzer olması. Fakat downtown’dan aşağı doğru yürüdüğünüzde dünyada ilk açılan starbucks mağazasını görebilirsiniz. İç dekorasyonu olduğu gibi bırakılmış bu mağazada sadece oraya özgü ürünlerin bulunması turist akımına neden oluyor. Kahve tutkunu arkadaşlarınıza buradan hediye alabilirsiniz.
Özellikle uzakdoğulu arkadaşların grup halinde gezme huyundan ötürü uzun bir süre mağazanın içine girme çabasında bulunmanız muhtemel. Burada kahve içmenin yerine sadece o mağazaya özgü ürünler ve kahveleri hediye olarak almanız tavsiyemdir. Öte yandan kahve içmek için Columbia Center'da bulunan Starbucks’ı tavsiye ederim. Gökdelenin 40. katında bulunan mağazadan kahvenizi alarak ister mekan içerisinde isterseniz seyir terasından Seattle’ı inceleyerek kahvenizi yudumlayabilirsiniz.
Starbucks’ın memleketinde kahvemizi içtik peki nerede ne yemeliyiz? Yemek yemenin zaruret değil keyif işi olduğuna inanlardansanız bu ülkeye gelmişken yiyebileceğiniz birkaç ürün aklınızda zaten vardır diye tahmin ediyorum. Bunlardan ilki hamburger. Evet ülkemizde yeni nesil hamburger mekanları oldukça popüler (bkz: İstanbul’un en iyi hamburgercileri) Fakat biraz önce paylaştığım listedekilerin tamamında deneme yapmış biri olarak söyleyebilirim ki Red Robin’de yediğim hamburger bambaşkaydı. Şimdi burada daha fazla detaya girip ağız sulandırmak istemem ama yolunuz düşerse muhakkak denemeniz gereken hamburgerleri var. Ayrıca bu listeye 21. Sıradan çok rahat girer: Ölmeden Önce Bir Yolunu Bulup Yemeniz Gereken 20 Efsane Hamburger. Bu arada eğer ki "Soğan halkası severizzz!" diyenlerdenseniz, garsona bunu mutlaka belirtin. Önünüze bir soğan kulesi koyacaklar.
İlk gününüzü bu şekilde bitirdiniz diyelim ve ertesi gün sabah kahvaltı etmek istiyorsunuz. Maalesef en çok özlem duyacağınız konu kahvaltı olacak sanırım. 'Ankara kılıklı' bu memlekette (Ankara'yı severiz orası ayrı) kahvaltı diye yoğurt (bir pazarlama harikası olarak Greek yogurt) ve yulaf yiyorlar. Fakat dur biraz yürüyeyim diyip yolunuzu Pike Place Market tarafına doğru düşerürseniz, burnunuza bir koku gelmeye başlıyor. Aaa bu koku tanıdık. Evet bu tıpkı Beşiktaş’ta bulunan Kovan Fırın veya Kadıköy’deki Beyaz Fırın gibi kokuyor. Bu mekanımızın ismi Le Panier. Fırından yeni çıkmış envai çeşit kruvasan ve kurabiyenin kokusuyla zaten hipnotize olup ister istemez mekana dalıyorsunuz.
'Çekiçli' dakikalar...
Seattle deniz ürünleri ile meşhur bir şehir. Sadece balık değil envai çeşit deniz mahsulunu oldukça uygun fiyata bulabileceğiniz, Pike Place Market’de satın alıp evinizde pişirebileceğiniz bir şehir. Sanırım Ankara’dan ayrışan noktası burası. "Yok ben 40 yılda bir buraya geliyorum dışarıda yer, keyfime bakarım" derseniz bol miktarda yengeç restoranı sizi karşılıyor. Lakin benim tavsiyem The Crab Pot. Oldukça enfes bir manzarası var. Manzaraya uygun bir yere oturun. Garsonlar oldukça yardımsever ve cana yakınlar. Mekanın manzaradan sonra ikinci avantajı da bu. Ayrıca masa örtüsü yerine ortaya serilen kağıt parçasıyla "Hımmm buranın ortamı biraz kanatçı haydar gibi" düşünceleriyle alakasız bir çağrışım yapmanız mümkün. Menüden istediğiniz yengeç türünü söyleyin. Çatal bıçak servisinin yerine 'çekiç' servisiyle karşı karşıya kalacaksınız. Sonrasında ise soğan, patates, mısır ile birlikte kocaman bir yengeç masanın ortasına boca ediliyor ve savaş başlasın! İşte o anlar neden Kanatçı Haydar’a benzettiğimi anlayacaksınız. İnsan kendini kaybediyor.
"Yok ben daha nezih bir ortamda 'adam' gibi bir yemek yemek istiyorum" derseniz yine rüyalar ülkesi Amerika’nın olmazsa olmazı t-bone steak yemeniz için tavsiyem, Daily Grill. Bizdeki sıcak lavaş ve tulum peyniri servisi burada buharı tüten mayalı ekmek ve çakma tereyağıyla eşdeğer. Fakat bu arkadaşlara kendinizi kaptırırsanız gelecek olan etin lezzetine ulaşmadan doymuş olma ihtimaliniz yüksek. Zorunlu not: İyi pişmiş derseniz biraz abartıp getiriyorlar. Kömürden hallice bir steak yeme ihtimaliniz yüksek, aman diyeyim.
Bir tatlı için 20 dakika kuyruk beklemek: The Cheesecake Factory
Peki... E tatlı yok mu tatlı? Sanırım sevmediğim bir tatlı için yaklaşık 20 dakika kuyruk beklediğim tek yer burası olacaktır: The Cheesecake Factory. Seattle’da oldukça fazla var. Fakat ne zaman gitseniz bir yoğunlukla karşılaşıyorsunuz ve sıra beklemek durumunda kalıyorsunuz. Bu arada üç beş çeşit değil onlarca cheesecake yapıyorlar ki vitrinden baktığınızda benim gibi cheesecake sevmeyen biri olsanız dahi ağzınız sulanıyor ve en az bir dilim sipariş veriyorsunuz. Cheesecake sevenler için bir cennet olabilecek mekan açıkçası. Buradan canı çekip evde denemeye niyetlenecek arkadaşları şuraya alalım: Cheesecake tarifi.
Kısa seyahat sonrasındaki deneyimlerim: Bu bahsi geçen mekanlarda büyük keyif aldım mı? Evet. Ama nerede benim Türk yemeklerim nerede ecnebi memleketin yemekleri. Gözünü sevdiğimin Türkiye’si, mutfağına kurban! Amanın çok abartı oldu bu. Neyse hep gizli saklı güzel mekanlar yazacak değiliz.
Nefis bonus: Yemek ile ilgili değil ama EMP Museum’a muhakkak gidin. Experience Music Project olarak adlandırılan müze bizim -klasik- gezdiğimiz müzelerden azıcık farklı olarak karşınıza çıkıyor. Özel odalarda yapacağınız denemelerle kendi şarkılarınızı oluşturabiliyorsunuz. Nirvana ve Jimi Hendrix’e ait özel ürünleri (depresyon hırkası, ilk kaset, onlarca kırılan gitar) görmenin yanı sıra LOTR’ta kullanılan kılıçlar, Game of Thrones için yazılan ilk senaryo veya hostel filmindeki sandalye gibi türlü "Aaaaaaaa neler var burada" efekti yaratacak ürünlerle karşılaşıp klasik müzelerden çok daha farklı bir deneyim yaşayabiliyorsunuz. Tabii bunları yaparken elinizde bir kahve olması önerimizdir.
Son olarak EMP Museum'dan fotoğraf seçkileriyle bitirelim.
Yorumlar
0