Esma birkaç gün sonra o uçağa binecek, hayatının aşkıyla tanıştığı dönerciye gidecek ve elinde ufak bir pasta ile Peter'ını bekleyecek.
Peter gelmese de Esma aşka bir şans verecek. Çünkü Esma aşka inanıyor artık, eskisi gibi korkmuyor, utanmıyor. Esma, aşkla yaşamak ve aşkla yaşlanmak istiyor.
Esma, mutlu olmak istiyor.
***
Hatırlayanlar olur, Esma'nın hikayesi böyle bitmişti.
Esma şimdiyse mutlu, çok mutlu. İstanbul'a geri dönmedi Esma, Almanya'da kalmaya karar verdi. Peter ile evlenecek ve orada yaşayacaklardı. Kim bilir belki sonra dünyayı gezerlerdi, henüz bilmiyorlardı ama hayatlarını yaşayacaklardı. Kararları buydu, tesadüflere inanacak ve sevginin gücünün onlara yön göstermesini bekleyeceklerdi.
Kafe iyi bir çalışanını kaybetmiş olabilirdi ama ben Esma için mutluydum. Beni yeniden aşka inandırmıştı Esma, ona nasıl geri dön diyebilirdim ki?
Demedim ama şimdi düşünüyorum da belki de onu uyarmalıydım. Çünkü Esma'nın gidişinden birkaç gün sonra kafede tanıştığım Betül bana aşkın karanlık yüzünü yeniden hatırlatacak ve kimseye güvenmemem gerektiğini öğretecekti.
"En kalorili neyiniz varsa ondan lütfen"
Geçtiğimiz günlerde kafede ben masalar arasında koştururken tek başına kafeye gelip düşünceli düşünceli bir masaya oturan kadınla değişiyor rutin hayatım. Her fırtına öncesi olduğu gibi en başta her şey olabildiğince normal ilerliyor. Ben kadının masasına gidip ne istediğini soruyorum. O ise şu cevapla gelecek fırtınanın ilk sinyallerini veriyor:
"En ama en kalorili neyiniz var?"
Afallıyorum ama yine de olabildiğince hızlı cevap veriyorum: "Bol çikolatalı, karamelli pastamız var. Az önce çıktı mutfaktan. Çok taze. Tavsiye ederim" diyorum.
Kadın: "Harika. Ondan iki büyük dilim lütfen" diyor. "Bir de kahve lütfen, bol sütlü" diyor.
Biraz şaşırmış olsam da kalori almak için uğraşan bu kadının siparişlerini hiç bekletmeden götürüyorum. Ama yine de bu işte bir gariplik var. Çünkü yanında spor çantası var, büyük olasılıkla düzenli spor yapan bir kadın, biraz balık etli olsa da kendine dikkat ettiği belli. Bir bildiği vardır diyor ve onu pastasıyla baş başa bırakıyorum.
Ancak bundan bir on beş dakika sonra fırtına kopacak, henüz bunu bilmiyorum.
Pasta isteyen kadını unutup tuvalete gidiyorum dakikalar sonra. İçeri girdiğim anda bir kabinden garip sesler geldiğini fark ediyorum. Biri öğürüyor gibi... İçerideki her kimse kusuyor ya da kusmaya çalışıyor olmalı. İstemsizce kendime sorumluluk yüklüyor, biri yediklerinden zehirlendi diye telaşlanıyorum. Bu sırada içeriden gelen sesler öğürmeden hıçkırıklara dönüşüyor. Biri içeride hüngür hüngür ağlıyor.
Birine istemeden zarar verdik düşüncesiyle dayanamıyor ve kapıyı tıklatıyorum. "İyi misiniz hanımefendi? Yardıma ihtiyacınız var mı?" diyorum.
İçeriden gelen boğuk ses "Yok teşekkür ederim, iyiyim" diyor. Ama ben içten içe o kadar eminim ki yediklerinden midesine bozulduğuna, sorumluluk hissim onu yalnız bırakmaya el vermiyor. "Yediğiniz bir şey mi dokundu acaba? İyi olduğunuza emin misiniz? Ben burada çalışıyorum, yardımcı olabilirim size" diyorum.
İçeriden ses gelmiyor. Hiçbir ses... İyice endişelenmeye başlıyorum, müdürü çağırsam mı diye düşünürken tuvaletin kapısı ağır ağır açılıyor.
Kabinin içinden az önce iki büyük dilim pasta götürdüğüm masadaki kadın çıkıyor. Makyajı akmış, saçı başı dağılmış, bir anda bambaşka birine dönüşmüş. Şaşkınlığım iyice artıyor.
"Ah sen miydin?" diyor toparlanmaya çalışırken, "Merak etme iyiyim ben" diyor, "Daha da iyi olacağım."
"Pasta mı dokundu, kötü müydü tadı, çok da tazeydi halbuki?" diyorum.
"Yok, pasta nefisti. Sorun pasta değil, benim. Ben çok yanlış bir karar verdim. Az önce de verdiğim yanlış kararı telafi etmeye çalışıyordum" diyor.
Anlamıyorum.
"O pastayı sipariş ederken aklım başımda değildi. Ama bunu bana Hakan yaptırdı. Her şeyin suçlusu o" diyerek kendi kendine konuşmaya devam ediyor, benim varlığım artık onu pek ilgilendirmiyor.
"Hakan mı?" diyorum elimde olmadan. İşte bu noktadan sonra yeniden benim orada olduğumu algılıyor, endişeli bakışlarımı görüyor ve bana bir açıklama yapmak zorunda hissediyor kendini.
Ve hikayesini anlatmaya başlıyor.
***
"Aslında Nişantaşı'na diyetisyenimi görmeye gelmiştim bugün. Acil bir işi çıkmış, randevum iptal oldu. Ben de buraya kadar gelmişken biraz mağaza dolaşıyım dedim. Ama keşke doğrudan eve geri dönseydim... Çünkü onu gördüm yolda. Hakan'ı... Hakan, eski nişanlım. Yani bundan 2 ay öncesine kadar nişanlımdı, evlenecektik biz, çok yaklaşmıştık. Sonra beni terk etti. Bir gün çat diye bıraktı gitti beni. Bugünse yanında 'eski ben'e çok benzeyen biri vardı yanında. Sarmaş dolaşlardı. Hakan beni görmesin diye bu sokağa kaçtım ve sizin kafeye sığındım.
Peki ya pasta ve kusma hikayesi ne diyeceksin... Şöyle anlatayım, ben bundan 9-10 ay önce obeziteyle mücadele ediyordum. Yemek yemek benim için hayatın anlamıydı. Açken yemek yiyor, tokken yemek yiyor, mutluyken yemek yiyor, ağlarken yemek yiyor, kısacası hep yiyordum. Hakan ise ince, yakışıklı bir adamdı. Ama beni fazla kilolarımla seviyordu, kaç kilo olduğumu önemsemiyor ve benimle evlenmek istediğini söylüyordu. Çok şanslıydım. Ama bir gün beklenmedik bir şey oldu ve hastaneye kaldırıldım. Doktor karaciğer yağlanması olduğunu, kilo vermezsem sağlığıma daha çok zarar vereceğimi ve hatta böyle devam edersem ölebileceğimi bile söyledi.
İşte o anda hayat benim için bir anda değişti. Çünkü ölmek istemiyordum. Hakan'ı uzun yıllar boyunca sevmek istiyordum ben, onunla yaşlanmak istiyordum, bir dilim daha pizza yiyeceğim diye aşkımı burada bırakıp gitmek istemiyordum.
Yorumlar
0