"Yanımdan geçip giderken kafanda hangi şarkı çalıyor?" diye sormuştum bir gün ona.
Sevdiğim adamın ağzında hala adımın bir ağırlığının olduğu günlerdi. Onun için var olduğum, tüm dünya için var olduğum günlerden birinde sormuştum ona bu soruyu. O ise aniden başını çevirip yüzüme uzun uzun bakmış ama hiçbir şey dememişti. Şaşırınca hep böyle yapar, cevabı yoksa uzun uzun susmayı yeğlerdi. Sanki görünmez bir değnekle dokunulmaması gereken yerleri işaret etmişim gibi sessizce beni yargılardı.
Oysa ki o benim yanımdan her geçişinde kafamda bir şarkı belirirdi notaları her yerimi saran, tüylerimi diken diken eden. Mehmet Güreli - Kimse Bilmez olurdu bu bazen ya da The Smiths - There Is A Light Never Goes Out. Bazen ruhum arabeskleşir Müslüm Gürses - Sensiz Olmaz çalardı ruhumu deşe deşe.
Bu yüzden o gittiğinde insanı sağır eden bir sessizlik kapladı her yerimi. O gidince ruhum da gitmişti sanki. Müziksiz, kitapsız, kedisiz kalmıştım. Ve o ilk günlerde bilmediğim bir şey vardı, ben buna hiç alışamayacaktım.
Bu hafta kafede görüp sonrasından hikayesini öğrendiğim genç bir kız da aynı benim gibi sağır eden bir sessizlikle sınanacak, yüzyıllık bir yalnızlığa mahkum olduğunu çok acı bir şekilde öğrenecekti.
Kafede sıradan bir gün. İnsanlar gelip gidiyor. Çay içip sohbet ediyor, kahve içip derin konulardan bahsediyor, pasta yiyerek tüm gündelik dertlerini unutmaya çalışıyorlar. Sanki kapıdan çıkıp gidince yeniden sıradan, mutsuz ve bunaltıcı hayatlarına dönmeyecekler gibi bu küçük, loş kafede kendilerini maskeler arkasına saklıyorlar. Herkes birbiriyle samimi ama kimse kimseyi gerçekten sevmiyor.
Sonra kapıdan içeri genç bir kız ve erkek giriyor. Çift diyemem onlara ama arkadaş da değiller. Aralarında kendilerinin de bastırmaya çalıştıkları karşı konulmaz bir çekim var. Ama bir yandan da dünyanın tüm yükünü sırtlarında taşıyormuş gibi mutsuzlar. Mutsuz insanları sadece mutsuz insanlar gördüğü için dikkatimi çekiyorlar. Bir masaya oturup aralarındaki mesafeyi koruyarak konuşmaya başlıyorlar. Umut, onların siparişini alıyor ve herkes hayatına kaldığı yerden devam ediyor.
Sonra bir ara arkamı dönüp gözüm yine o masaya takıldığında bir kızın daha onlara katıldığını görüyorum. Omzunda dünyanın yükünü taşıyan kız bu sonradan gelip masalarına dahil olan kıza delicesine sarılıyor. Onu bir daha hiç görmeyecekmiş, dünyada sadece ikisi kalmış gibi sarılıyor. Uzaktayım ama kızın içini çeke çeke ağladığına da eminim. Daha önce kimseyi hiç özlememiş gibi sarılıyor kıza.
"Uzun süredir görmediği bir arkadaşı olmalı" diyorum kendi kendime. İnsanlar birbirini ne güzel özlüyorlar... Özlenmek ne büyülü kelime... Onları kavuşmalarına bırakıp işime dönüyorum ama aradan çok uzun süre geçmeden kafenin ortasında bir ses yankılanıyor. Duvarları yıkarcasına bir ses... Biraz sonra bunun bir tokat sesi olduğunu algılıyorum. Arkamı döndüğümde az önce kız arkadaşına büyük bir özlemle sarılan kızın çantasını alıp kafeden hızla çıktığını, çocuğun ise yüzünü eliyle tuttuğunu görüyorum.
Bu kadar kısa sürede ne yaşanmış olabilir o masada? Sevgi, ihtiras, özlem, şiddet... Kafe küçük bir dizi setine dönmüş gibi. Ama bu senaryoda mutlu olan kimse yok. Biraz sonra çocukla sonradan gelen kız da hesabı ödeyip kafeyi terk ediyor ve benim merakım ilk defa yanıtsız kalıyor.
Ya da ben o gün öyle sanıyorum.
Kafedeki tokat olayından iki gün sonraydı. İş çıkışı Beşiktaş-Kadıköy vapurundayım. Hava öyle güzel ki... İnsanı her şeye rağmen umutlarla dolduran bir hava var dışarıda. Ben de her zaman yaptığım gibi vapurun güvertesine oturuyorum. Tek isteğim martıların şarkılarını dinleyerek ve havayı uzun uzun içime çekerek karşıya geçmek.
Bir süre gözlerim kapalı İstanbul'u dinledikten sonra kafamı kaldırıyorum ve karşımda tanıdık bir sima görüyorum. İki gün önce kafeye gelen kız bu. Hani şu oğlana tokat atıp giden. Kız benim onu izlediğimin farkında değil. Elinde bir kitap var. Görebildiğim kadarıyla Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık'ını okuyor. Okuyor dediğime bakmayın kafasını kitaba eğip tekrardan denize doğru kaldırması sadece birkaç saniye sürüyor. Belli ki içinde yaşadıkları kitaba yoğunlaşmasını engelliyor. Çayından bir yudum alıyor, denize uzun uzun bakıyor, arada başını gökyüzüne kaldırıyor, gene indirip bir lokma aldığı simitiyle oynuyor.
İçimden onunla konuşmak, yükünü boşaltmasına yardımcı olmak geliyor. O gün kafede yaşananları da öğrenmek istiyorum haliyle. Ama uzun süre cesaret edemiyorum. Ama sonunda tüm gücümü topluyor ve gidip yanına oturuyorum.
"Merhaba, beni tanıdınız mı?" diyorum.
Kız kurduğu düşlerden uyanıp yüzüme bakıyor sessizce. "Kusura bakmayın, tanıyamadım" diyor.
Herkes kafedeki kızı görüyor ama kimse onu tanımıyor.
"Geçen gün kafeye gelmiştiniz, Nişantaşı'ndaki... Ben orada çalışıyorum" diyorum.
Kızın gözlerini kapkara bulutlar kaplıyor bunu der demez. O çakır gözleri bir anda kömürden kara oluyor. Kirpikleri canına batıyor.
"Tanıyamadım" diyor tekrardan.
"Önemli değil. O gün kafeden biraz üzgün ayrıldınız, şimdi de sizi burada görünce nasıl olduğunuzu sormak, öğrenmek istedim. İyi misiniz?" diyorum. "Yapabileceğim bir şey varsa lütfen söyleyin" diye devam ediyorum.
Kız, tanımadığı birinden gelen bu sorular karşısında ne diyeceğini bilemiyor, belli. Haklı da, ne diyebilirim ki? "Uzun hikaye, boş verin" diyor.
Ama beni bilirsiniz, öyle kolay vazgeçenlerden değilim. Üsteliyorum. Bana anlatabileceğimi, hiç yorum yapmadan sadece onu dinleyebileceğimi, kendini daha iyi hissedeceğini söylüyorum.
Kız çayından bir yudum daha alıyor ve cümleler arasında uzun uzun durarak hikayesini anlatmaya başlıyor.
Yorumlar
0