Yalnızlığın gerçek tanımını sadece dışlanmışlar, ötekileştirilmişler, istenmediği, sevilmediği yüzüne defalarca acımasızca vurulmuşlar bilir. Onların isimleri bile yoktur. Görülmeyenlerdir, dokunulmayan, bir kalbi olduğu unutulan... Bu yüzden onların "Ben de varım" dediği her an insanlığın yüzüne tokat gibi çarpar, canını acıtır, yaralar. Ama asıl kanayan yara kimindir, asla bilinmez.
Yalnızlığı sadece dışlanmışlar bilir. Yalnızlıklarını kalabalığa dönüştürmek ise onların değil, ona sırtını dönenlerin bileceği iştir.
Bu yüzden bu hafta kafeye gelip tüm insanlığın yüzüne tokatını çarpan genç adam beni çok etkiliyor. Herkesin gördüğü ama kimsenin tanımadığı Kafedeki Kız olmanın ağırlığını yeniden omuzlarımda hissediyor, tüm yalnız bırakılanların acısını tüm tenimde taşımaya başlıyorum.
Kafeden içeri giren farklı bir adam
İstanbul'da pastırma yazı yaşanıyor. Bu yüzden hafta içi gündüz saatleri olmasına rağmen kafe hınca hınç dolu. Sanki bu koca şehir tüm karamsarlığıyla yaklaşmakta olan kıştan intikamını almak istiyor, onu görmezden geliyor, giydikleri ince montların yakasını kaldırarak ona karşı bir savaş hazırlığı yapıyor.
Bir güneş kırıntısının bile doldurmaya yettiği kafenin o günkü sakinleri daha çok Nişantaşı'nın yerlileri. Kürkleri, abartılı takılarıyla "kız kıza takılan" orta yaşlı kadınlar da var, home office çalışan hep çok meşgul genç insanlar da... Ben onlara çay, kahve yetiştirmeye çalışırken kafenin atmosferini tamamen değiştirecek biri giriyor içeri.
O kapıdan girer girmez masalarda oturan herkesin kafası ona doğru dönüyor. Önce bir ölüm sessizliği oluyor kafede, ardından "Bunun burada ne işi var?" diyenlerin oluşturduğu sessiz bir gürültü. Herkes onaylamayan surat ifadeleriyle birbirine bakıyor, bazıları sandalyesini öne çekiyor, bazıları cık cık diyerek ona sırtını dönüyor.
Oysa ki kafeden içeri giren sadece genç bir çocuk. Ama onlardan çok farklı. Belki de değil bilemiyorum, kimse bilmiyor. Çünkü çocuk sadece giyimiyle kuşamıyla, görüntüsüyle onlardan çok daha aykırı duruyor, içinde neler yaşıyor, kimse bilmiyor ya da bilmek istemiyor.
Genç adam kimseyi umursamadan gidip boş kalan tek kişilik masaya oturuyor.
Kafedeki sessiz gürültü hiç susmuyor.
Siparişini almak için masasına yaklaşıyorum. Yakından bakınca farklılığı daha fazla yüzüme vuruyor. Neredeyse yüzünün her yerinde piercing var. Dövmeleri boynundan kollarına kadar her yerde... Saçı günlerdir yıkanmamış gibi, kıyafetleri, asker botlarıyla sanki farklı bir dünyadan gibi.
Ama bu beni diğerlerinin aksine çok heyecanlandırıyor. İnsan yüzüne dikkatlice bakınca daha iyi anlıyor, sadece görüntüsü farklı değil, başka bir şey daha var bu çocukta. Sıradan olmayan bir şey, onu diğer insanlardan farklı kılan bir şey... Ama öyle hemen anlamak mümkün değil. O kadar fazla dışlanmış, o kadar çok yabancı hissettirilmiş ki kendini en derinine saklamış. Kimseye gösteremediği kadar çok yarası, kimseye gösteremediği kadar kırık bir kalbi var, adım gibi eminim bundan.
Ona bakıp bunları düşünürken suratımda aptalca bir gülümseme belirmiş olmalı ki genç adam da başında dakikalardır dikilen Kafedeki Kız'a, yani bana, gülerek bakmaya başlıyor. Gülümsediğinde daha da emin oluyor, içindeki iyilik denizinin gözlerinin buğusuna saklandığını görebiliyorum. Tüm insanlara rağmen ben onu görebiliyorum. Daha önce demiştim, mutsuz insanları sadece mutsuz insanlar görüyor.
"Kusura bakmayın" diyorum, "Ne istersiniz?"
"Olabildiğince koyu bir filtre kahve alayım" diyor.
Ben masadan uzaklaşırken o onu dışlayan insanların yarattığı karanlığına gömülüyor.
***
Böyle böyle bir saat daha geçiyor kafede. Çocuğa dik dik bakıp hakkında konuşanlar dışında her şey normal ilerliyor.
Ama sonra... Sonra hiç kimsenin beklemediği bir şey oluyor.
Cüzdanını kaybeden yaşlı kadının yardım çığlıkları
Üç numaralı masada oturan yaşlı kadın hesabı istiyor. Hesabı götürüyorum ve ardından bir çığlık kıyamet kopuyor.
"Aaaa, cüzdanım! Cüzdanım yok. Ay cüzdanım, cüzdanım kayıp. Evde mi bıraktım acaba? Ay naptım ben, nasıl ödeyeceğim bunu şimdi ben??"
Sabah 10'dan beri kafede oturan yaşlı teyze bu. Önce elindeki üç yüz sayfalık aşk romanını bitirmiş, ardından gazetelerini parmağıyla satırların üzerinden geçe geçe okumuş, en son kendini gazetenin bulmaca ekinde kaybetmişti.
Sonra kafedeki günü olağan dışı bir hale getiren dövmeli çocuk gelmiş, yaşlı teyzenin dikkati dağılmış, önce uzun süre cık cık yapmış, ardından birilerini arayıp telefonda uzun uzun konuşmuştu.
Şimdi ise cüzdanını çantasında bulamadığı için kendini kaybetmiş haldeydi. Söze girmek, onu sakinleştirmek istiyordum ama kendiyle o kadar meşguldu ki bana izin vermiyordu. Beni görmüyordu.
Kafedeki diğer herkes ise hareket etmeden onu izliyordu. Yaşlı kadının çırpınışları onlar için bir tiyatro oyunu gibiydi, sadece seyirci olarak kalmak, dahil olmamak istedikleri bir oyun.
Ama sonra bir şey oldu.
Yorumlar
4