Merhaba. Bugün benim ilk iş günüm. Nişantaşı'nın en cafcaflı sokaklarından birinde bir kafede çalışmaya başladım. Nişantaşı'nın tüm gösterişinin aksine küçük, kendi halinde bir kafe burası. On masadan oluşan, vintage ile modernlik arasında sıkışmış, hatta biraz zorlasanız sevimli ve samimi bile diyebileceğiniz bir kafedeyim ve burası artık benim iş yerim. Ve ben bu dünyaya hiç aşina değilim.
Kısa süre önceye kadar ülkenin en büyük, en kurumsal şirketlerinden birinde çalışıyordum. Şirketin en gözde çalışanlarından biriydim, herkes tarafından sevilen, saygı gösterilen, el üstünde tutulan... Sonra bir gün yöneticimin odasına girdim ve "İstifa ediyorum" dedim. Anlamadılar, kabul etmek istemediler, kalmaya ikna etmeye çalıştılar, "Neden?" diye sordular, "Neden gitmek istiyorsun?". Kendime bile cevabını itiraf edemediğim bir soruyu yanıtlamamı istediler. Diyemedim, "Aşık oldum" diyemedim.
Kalbim kırıktı, paramparçaydım, toparlanamıyordum. Nefes bile almakta zorlanırken benden istenen raporları bitirmemi nasıl isterlerdi? Yaşıyor gibi yapmamı nasıl isterlerdi? Sabahları uyanma sebebim olan şeyin gece uykularımı kaçıran şeye dönüştüğünü ve bu acıyı her gün buraya gelerek yeniden, yeniden yaşadığımı, yaralarımın her gün kanadığını onlara anlatamazdım. Kalbimden kaçmak için kalbimi terk etmem gerektiğini söyleyemezdim onlara.
Biri beni bulutların üzerine çıkarmıştı, bense kendimi aşağıya bırakmıştım, gazeteler intiharımı yazmayacaktı. Ve beni kimse anlamayacaktı.
Böylece beş senedir çalıştığım iş yerimle vedalaştım. Ama beklediğim gibi olmadı. Kendini sorgulamalar, kapanacak gibi duran yaraları yeniden kanatmalar, kedim Süt ile sabaha kadar dertleşmeler derken evin de bana iyi gelmediğinin farkına vardım.
Sonra bir arkadaşım kafamın dağılması için bir hobi bulmamı önerdi. Ama hiçbir şeye istek duymuyordum. İzin verseler günlerce ağlardım ama bırakmıyorlardı. Sonra aynı arkadaşım bana bu kafedeki işi önerdi. "Çok yorucu değil" dedi, "Bak bana güven burası sana iyi gelecek."
Kabul ettim. Diğer arkadaşlarım ise ısrarla karşı çıktı. Ülkenin en iyi üniversitelerinden birinden mezun olmuş, yurt dışında yüksek lisans yapmış, en iyi şirketlerde en saygın pozisyonlarda çalışmış birinin bir kafede çalışacak olması onlara garip geldi.
Ama benim ihtiyacım aslında tam olarak buydu. Saklanmak. Murathan Mungan'ın Üç Aynalı Kırk Oda kitabında altını çizdiğim sözlerden biri yankılanıyordu kafamda sürekli. Şöyle yazmıştı Murathan Mungan ve nasıl da haklıydı: "Saklanmanın en iyi yolu fazla görünmektir biliyor musun? Herkes seni gördüğünü sanır, sen de rahat edersin. Kasada oturan kız gibi! Herkes kasadaki kızı görür, ama kimse tanımaz."
Ve şimdi buradayım. Saklanıyorum. Ya da öyle olduğunu sanıyordum, ta ki şu hikayeye dahil olana kadar. Hayattan kaçamayacağımı anlayıncaya kadar.
İlk günümde mesaimin bitmesine sadece bir-iki saat kala içeri yaşlı bir çift girdi. Kadının yüzünde derin bir hüzün vardı. Adamın omuzları çökmüştü, sanki dünyanın yükü sırtındaymış gibi bir havası vardı. Hayatımda hiç bu kadar hüzünlü bakan bir çift görmemiştim. Dikkatimi çekmeleri bundandı. Cam kenarındaki masaya oturur oturmaz yanlarına gittim.
Menüyü verdim ama yaşlı adam hiç bakmadan cevap verdi: "Hanıma çikolatalı pastanızdan ve açık çay, bana da şekersiz bir Türk kahvesi, kızım."
Bunları söylerken adamın gözlerine dikkatlice baktım. O hüzün hala oradaydı. Çok derinlerde, kimsenin dokunamayacağı kadar içeride. Kadın ise kucağında kavuşturduğu ellerine bakıyordu. Hiç gözünü kırpmadan, neredeyse nefes bile almadan ellerini seyrediyordu.
Gittim, birkaç dakika sonra siparişleriyle masaya döndüm. Kadının gözleri hala kucağındaydı. İçeri girdiklerinden beri tek kelime bile konuşmamışlardı. Hikayeleri bende daha büyük bir merak uyandırmaya başladı. Neydi onları bu kadar mutsuz eden, umutsuzluğa sürükleyen? Hayırsız evlatları mı, ev geçim derdi mi, üst komşuları mı, yoksa dün akşam yemekte ettikleri kavga mı? Bilmek istiyordum, onlar hakkında her şeyi duymak istiyordum. Onları bu kadar mutsuz eden şeyin ne olduğunu öğrenmek istiyordum.
Onları ben uzaktan izlerken yaşına rağmen hala çok güzel olan kadın masadan kalktı ve ağır adımlarla tuvalete doğru gitti. Bu sırada yaşlı adam bir el hareketiyle benden hesabı istedi.
"Bugün hatırlamadı, bugün aşkımızı hatırlamadı"
pinchofyumHesabı masaya götürdüğümde adamın o açık mavi, neredeyse şeffaf gözlerinde kocaman yaşlar biriktiğini gördüm. Hemen bir peçete uzatıp "İyi misiniz?" diye sordum. "Neyiniz var?"
"Bugün hatırlamadı." dedi.
Anlamamıştım. Bir şeyler sormaya da korkuyordum. Adam yeniden o mavi, bulutlu gözlerini bana dikti. Anlatmak istiyordu, o omuzlarını yere kadar indiren yükünden kurtulmak istiyordu, belliydi. Ve benim hiçbir şey dememe gerek kalmadan söze girdi:
"Bundan tam 50 yıl önce... Ben mahallede babamın yanında çıraklık yapıyorum. Çocuğuz daha, bıyıklarımız yeni yeni terlemeye başlamış. Hercai zamanlarımız. Sonra bir gün dükkanın önünde dururken onu gördüm. Kapının önünden kumral saçlı, bembeyaz tenli bir kızcağız geçti, kitaplarına sıkı sıkı sarılmış, yere bakarak yürüyor, telaşlı adımları var. O an anladım, o an ona sonsuza dek aşık olacağımı ve bir gün bu aşkın beni mahvedeceğini ben o an, o çocuk aklımla anladım.
Sonraki günler onu beklemekle geçti dükkanın kapısında. Hep aynı saatte geçiyor, hızlı hızlı yürüyerek benim farkıma bile varmadan yanımdan geçip gidiyordu. Sonra bir gün bakışlarımı fark etti. O da kaçamak bakışlar atmaya başladı. Gel zaman git zaman ben bir gün dayanamadım ve mahalleden arkadaşlarıma ona haber göndermelerini söyledim. Benle bir çay içmek, sohbet etmek ister miymiş sorsunlar istedim. Cevap ertesi gün geldi, kabul etmiş, havalara uçtum, hayatımda o kadar çok heyecanlandığım bir gün daha olmadı.
pinterestErtesi gün için sözleştik. Tam bu kafenin olduğu yerde bir pastane vardı. Çınar Pastanesi. Bir poğaça yapardı, kokusu ta 5 sokak öteden duyulurdu. Burada buluşacaktık. Bir gece önce heyecandan uyuyamayan ben erkenden geldim ve tam bu masaya oturdum. Cam önündeki masaya oturdum ki onun gelişini göreyim, kalkayım sandalyesini çekeyim, onun kokusunu yakından duyayım.
Sözleştiğimiz saatten beş dakika gecikmeli olarak geldi. Yine nasıl güzel... Kumral saçları omuzlarını örtüyor, alnına düşen bir tutam asi perçem göz kapağına dokunuyor, gözleri ışıl ışıl. Ne yer, ne içer soruyorum. "Pasta diyor, çikolatalı olsun. Bir de çay, açık."
Kalbim nasıl çarpıyor, kalbimin sesinden kendi sesimi duyamıyorum. Ama heyecanımı bastırıp konuşmaya devam ediyorum. Ben konuşurken gülümsüyor. Anlattıklarımı dinliyor. Beni anlıyor. Nasıl mutluyum, nasıl farklı bir dünyadayım.
Sonra bu buluşmalarımız birkaç sefer daha devam etti. Ben sonra yine mahalleden birilerinin aracılığıyla haber gönderip Zehra'yı istemeye gelmek istediğimizi söyledim. Kabul ettiler. Sonra bildiğiniz süreçler. Kısa süre içinde evlendik. 50 senelik çok mutlu bir evlilik, üç çocuk, beş torun...
Ah nasıl da mutluyduk. Ta ki bundan bir yıl öncesine kadar.
"İlk buluşmamızı biz her gün tekrar tekrar yaşıyoruz. Bana o günkü gibi ışıl ışıl bakıyor bazen, içime bir umut doluyor. Sanki yeniden kavuşuyoruz"
hiveminer/flickrBir yıl önce Zehra'ya bir şeyler oldu. Farklılaştı, hareketleri, bakışları değişti, sanki o gitmiş, yerine başkası gelmişti. Ben ondaki değişikliği seziyordum ama o sürekli "Yok bir şeyim" diyordu, kabullenmiyordu.
Zar zor ikna edip doktora götürdük bizim oğlanla. Alzheimer dedi doktor. Çok korktum kızım, çok korktum. Doktor anlattıkça daha çok korktum, aşık olduğum kadını kaybetmekten korktum. Hemen tedaviye başlandı ama olmadı. Zehra gittikçe benden daha çok uzaklaştı. Sürekli boşluğa bakıyor, beni artık hiç görmüyordu. Kızlarını, oğlunu, o çok sevdiği torunlarını bile tanımamaya başladı. Bir zamanlar en yakının olanın birden yabancı olması öyle acı veriyor ki... Yakınındayken en uzağında olmak, görmek ama ulaşamamak, çok sevmek ama onun tarafından sevilmemek çok, çok zor. Kısacası Zehra'm çok uzaklara gitti ve ben ona "Kal" bile diyemedim.
İşte bu yüzden ben de onu hemen her gün bu kafeye getiriyorum. Yani aslında ilk buluşmamızı yaşadığımız pastaneye. Çınar Pastanesi'ne. 50 yıl önce oturduğumuz masaya oturuyoruz. O ilk günkü gibi çikolatalı pasta yiyor, açık çayını içiyor. Ben kahvemi yudumluyorum. İlk buluşmamızı biz her gün tekrar tekrar yaşıyoruz. Bana o günkü gibi ışıl ışıl bakıyor bazen, içime bir umut doluyor. Sanki yeniden kavuşuyoruz.
Ama bugün... Ama bugün uzun süreden sonra ilk defa hatırlamadı. Bu masayı da, beni de, birbirimize aşık olduğumuz o günü de hatırlamadı. Hatırlamadı..."
Adamın gözleri yeniden bulutlandı. Canının nasıl acıdığını artık daha iyi anlayabiliyordum. Omzuna dokunup her şeyin geçeceğini, iyi olacağını söylemek istedim. Tam o sırada yaşlı kadın masaya geri döndü.
"Osman Bey, artık kalkalım mı? Geç oldu, hava kararmadan eve dönmem lazım, annem merak eder" dedi.
Adam bana baktı. Onu anladığımı anladı. Hiçbir şey söylemeden gözlerimizle konuştuk o kısa süre içinde. Sonra Osman Bey, Zehra Hanım'ın koluna girdi ve yavaş adımlarla kafeden çıktılar.
Onları yeniden görecektim, artık biliyordum. Her kusursuz aşkın içinde bir mutsuzluk yattığını ben o gün öğrendim. Kusursuz aşka inanabilmek içinse zamana ihtiyacım vardı. Zehra Teyze, Osman Amca'ya döndüğünde ben de inanacak ve tamamlanacaktım.
Yorumlar
0