Eski Türk geleneklerinde de var olan ocağın, yemeğin ve aile birliğinin birbiriyle ilişkili olduğu inancı, Osmanlı dönemi boyunca sürdü. Bugüne kalan “evinde tencere kaynamak”, “ocağı bacası tütmek” gibi deyimler; mutfak, yemek ve ailenin devamı arasında kurulan bağların hala canlı olduğunu gösteriyor.
Tadı hala bir başkadır: Yer sofraları
“Sofra” kelimesi, üzerinde yemek yenmek üzere yere serilen yaygıdan gelir. Türkler, Orta Asya’dan beri bu yaygıyı bu şekilde kullanır ve yer sofrasında yemek yerdi. Sofra yaygısı dizler üzerine yayılır, ortaya konan altlık ve üstüne konan siniden yemek yenirdi.
Osmanlı saraylarının altın çağını yaşadığı dönemde bile Avrupa usulü yemek masalarına geçilmedi, yemek odaları kurulmadı. Yemek vakitlerinde yaygı, altlık, sini üçlüsü kullanılmaya devam edildi. Yemek masası, 1800’lü yıllardan itibaren Osmanlı topraklarına girdi fakat 20. yüzyıla kadar yaygın olarak kullanılmadı.
Bereket için: Sofra duası
Eski kayıtlara göre Osmanlı zamanında yemeğe başlamadan önce edilen sofra dualarından biri şöyledir:
Yâ Rab şükür elhamdülillâh,
Biz yedik ziyâde eylesin Allâh,
Artsın eksilmesin taşsın dökülmesin.
Hak berekâtını versin, bu gitti yenisi gelsin.
Soframız nur, kaza bela geri dur,
Hanemizi, cümlemizi eyle ma‘mûr,
Halil İbrahim berekâtını sundur.
Âmin el-fatiha.
Ocak külü dahi ziyan edilmezmiş: Osmanlı’da araç gereçler
Atalarımız, ocak olarak kuzine, tandır, sac, toprak altı ve toprak üstü fırın çeşitleri gibi gereçler kullanılırdı. Isınmak için kullandıkları mangallarda da bakır cezvelerde kahveler pişirir, kestaneleri kebap eder, patates közler hatta küllerin içinde “küliçe” adlı bir çörek de yaparlardı.
Merak edilen soru: İçme suyu nasıl temin edilirdi?
Osmanlı döneminde su ihtiyacı, tulumbalarla karşılanırdı. Tulumbalar, mutfakların içinde veya dışında olabilirdi. Tulumbası olmayanlar, açılan su kuyularından su ihtiyacını temin ederdi.
Nadide lezzetler: Osmanlı’da ziyafet sofraları
Osmanlı’da ziyafet sofralarında yer alan fakat bugün çok az tüketilen etler vardır: Ördek, kaz ve güvercin. Bunun nedeni bu hayvanların eskiden özel avcılar tarafından geniş alanlarda avlanabilmeleri ve saray halkının bunları tüketmesidir. Ziyafet sofralarında ayrıca pirinç pilavı, sülün kebabı, şerbet, börek ve çörek çeşitleri, güllaç ve zerde eksik olmazdı. Yemekten sonra önce helva sonra meyve yenirdi. En sonda şerbetler içilirdi.
Çok düşkünlerdi: Osmanlı’da meyve kültürü
Saray mutfağına alınan yiyeceklerinin kayıtlarının tutulduğu defterlere göre, sarayda meyve tüketimi epey çoktu. En çok tüketilen meyveler; üzüm çeşitleri, nar, armut, kayısı, incir, erik, elma, ayva, turunç, vişne ve kızılcıktı. Meyveler taze olarak tüketildikleri gibi hoşaf, reçel, şerbet ve turşu yapımında da kullanılıyorlardı.
Hatta kıymalı yemeklere de kuru üzüm, kayısı, hurma, kestane ve elma eklendiği oluyordu. Kıyılmış et ile kuru meyvelerin karıştırılmasıyla elde edilen iç ile yapılan börek ve çörek çeşitleri, aslen Ortadoğu’ya özgüdür. Bu yöntemi Ortadoğu ülkelerine savaşmaya gelen Haçlı askerleri öğrenmiş ve Avrupa’ya tanıtmıştır.
Her yerdeler: Osmanlı'da çiçekler
Sarayda sofralar, siniler, sümbül, gül, karanfil, nergis gibi çiçeklerle süslenir, yemek yenen mekanın güzel kokması için misk, amber ve tütsü gibi veya buhurdanlıklarda yakılırdı. Saray mutfağına menekşe ve şeftali çiçeği de alınıyor, hem demlenip çay olarak içiliyor, hem tatlı ve reçellere katılıyor, hem de yemek ve tatlıları süslemekte kullanılıyordu. Ayrıca özel günlerde padişahlara, sarayın önemli görevlilerine, devlet adamlarına veya haremdeki kadınlara tebrik ve kutlama amacıyla da çiçek gönderiliyordu.
Gülhane'ye adını veren: Güller
Osmanlı döneminde en çok rağbet gören çiçeklerden biri de kuşkusuz güldü. Fatih Sultan Mehmet döneminde Topkapı Sarayı’nı çevreleyen Hasbahçe’nin bir bölümü, sarayın gül ihtiyacını karşılamak üzere gül bahçesi olarak düzenlenmişti. Bugün o bahçeye “Gülhane” diyoruz. Edirne’den getirilen gül fidanlarının buraya dikilmesiyle oluşturulmuştu.
Yorumlar
1