Kavuşmayı Beklediği İnsanı Bulup Aynı Gün Kaybeden Kızın Dram Dolu Hikayesi
12 Temmuz 2017"Yanımdan geçip giderken kafanda hangi şarkı çalıyor?" diye sormuştum bir gün ona.
Sevdiğim adamın ağzında hala adımın bir ağırlığının olduğu günlerdi. Onun için var olduğum, tüm dünya için var olduğum günlerden birinde sormuştum ona bu soruyu. O ise aniden başını çevirip yüzüme uzun uzun bakmış ama hiçbir şey dememişti. Şaşırınca hep böyle yapar, cevabı yoksa uzun uzun susmayı yeğlerdi. Sanki görünmez bir değnekle dokunulmaması gereken yerleri işaret etmişim gibi sessizce beni yargılardı.
Oysa ki o benim yanımdan her geçişinde kafamda bir şarkı belirirdi notaları her yerimi saran, tüylerimi diken diken eden. Mehmet Güreli - Kimse Bilmez olurdu bu bazen ya da The Smiths - There Is A Light Never Goes Out. Bazen ruhum arabeskleşir Müslüm Gürses - Sensiz Olmaz çalardı ruhumu deşe deşe.
Bu yüzden o gittiğinde insanı sağır eden bir sessizlik kapladı her yerimi. O gidince ruhum da gitmişti sanki. Müziksiz, kitapsız, kedisiz kalmıştım. Ve o ilk günlerde bilmediğim bir şey vardı, ben buna hiç alışamayacaktım.
Bu hafta kafede görüp sonrasından hikayesini öğrendiğim genç bir kız da aynı benim gibi sağır eden bir sessizlikle sınanacak, yüzyıllık bir yalnızlığa mahkum olduğunu çok acı bir şekilde öğrenecekti.
Kafede sıradan bir gün. İnsanlar gelip gidiyor. Çay içip sohbet ediyor, kahve içip derin konulardan bahsediyor, pasta yiyerek tüm gündelik dertlerini unutmaya çalışıyorlar. Sanki kapıdan çıkıp gidince yeniden sıradan, mutsuz ve bunaltıcı hayatlarına dönmeyecekler gibi bu küçük, loş kafede kendilerini maskeler arkasına saklıyorlar. Herkes birbiriyle samimi ama kimse kimseyi gerçekten sevmiyor.
Sonra kapıdan içeri genç bir kız ve erkek giriyor. Çift diyemem onlara ama arkadaş da değiller. Aralarında kendilerinin de bastırmaya çalıştıkları karşı konulmaz bir çekim var. Ama bir yandan da dünyanın tüm yükünü sırtlarında taşıyormuş gibi mutsuzlar. Mutsuz insanları sadece mutsuz insanlar gördüğü için dikkatimi çekiyorlar. Bir masaya oturup aralarındaki mesafeyi koruyarak konuşmaya başlıyorlar. Umut, onların siparişini alıyor ve herkes hayatına kaldığı yerden devam ediyor.
Sonra bir ara arkamı dönüp gözüm yine o masaya takıldığında bir kızın daha onlara katıldığını görüyorum. Omzunda dünyanın yükünü taşıyan kız bu sonradan gelip masalarına dahil olan kıza delicesine sarılıyor. Onu bir daha hiç görmeyecekmiş, dünyada sadece ikisi kalmış gibi sarılıyor. Uzaktayım ama kızın içini çeke çeke ağladığına da eminim. Daha önce kimseyi hiç özlememiş gibi sarılıyor kıza.
"Uzun süredir görmediği bir arkadaşı olmalı" diyorum kendi kendime. İnsanlar birbirini ne güzel özlüyorlar... Özlenmek ne büyülü kelime... Onları kavuşmalarına bırakıp işime dönüyorum ama aradan çok uzun süre geçmeden kafenin ortasında bir ses yankılanıyor. Duvarları yıkarcasına bir ses... Biraz sonra bunun bir tokat sesi olduğunu algılıyorum. Arkamı döndüğümde az önce kız arkadaşına büyük bir özlemle sarılan kızın çantasını alıp kafeden hızla çıktığını, çocuğun ise yüzünü eliyle tuttuğunu görüyorum.
Bu kadar kısa sürede ne yaşanmış olabilir o masada? Sevgi, ihtiras, özlem, şiddet... Kafe küçük bir dizi setine dönmüş gibi. Ama bu senaryoda mutlu olan kimse yok. Biraz sonra çocukla sonradan gelen kız da hesabı ödeyip kafeyi terk ediyor ve benim merakım ilk defa yanıtsız kalıyor.
Ya da ben o gün öyle sanıyorum.
Kafedeki tokat olayından iki gün sonraydı. İş çıkışı Beşiktaş-Kadıköy vapurundayım. Hava öyle güzel ki... İnsanı her şeye rağmen umutlarla dolduran bir hava var dışarıda. Ben de her zaman yaptığım gibi vapurun güvertesine oturuyorum. Tek isteğim martıların şarkılarını dinleyerek ve havayı uzun uzun içime çekerek karşıya geçmek.
Bir süre gözlerim kapalı İstanbul'u dinledikten sonra kafamı kaldırıyorum ve karşımda tanıdık bir sima görüyorum. İki gün önce kafeye gelen kız bu. Hani şu oğlana tokat atıp giden. Kız benim onu izlediğimin farkında değil. Elinde bir kitap var. Görebildiğim kadarıyla Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık'ını okuyor. Okuyor dediğime bakmayın kafasını kitaba eğip tekrardan denize doğru kaldırması sadece birkaç saniye sürüyor. Belli ki içinde yaşadıkları kitaba yoğunlaşmasını engelliyor. Çayından bir yudum alıyor, denize uzun uzun bakıyor, arada başını gökyüzüne kaldırıyor, gene indirip bir lokma aldığı simitiyle oynuyor.
İçimden onunla konuşmak, yükünü boşaltmasına yardımcı olmak geliyor. O gün kafede yaşananları da öğrenmek istiyorum haliyle. Ama uzun süre cesaret edemiyorum. Ama sonunda tüm gücümü topluyor ve gidip yanına oturuyorum.
"Merhaba, beni tanıdınız mı?" diyorum.
Kız kurduğu düşlerden uyanıp yüzüme bakıyor sessizce. "Kusura bakmayın, tanıyamadım" diyor.
Herkes kafedeki kızı görüyor ama kimse onu tanımıyor.
"Geçen gün kafeye gelmiştiniz, Nişantaşı'ndaki... Ben orada çalışıyorum" diyorum.
Kızın gözlerini kapkara bulutlar kaplıyor bunu der demez. O çakır gözleri bir anda kömürden kara oluyor. Kirpikleri canına batıyor.
"Tanıyamadım" diyor tekrardan.
"Önemli değil. O gün kafeden biraz üzgün ayrıldınız, şimdi de sizi burada görünce nasıl olduğunuzu sormak, öğrenmek istedim. İyi misiniz?" diyorum. "Yapabileceğim bir şey varsa lütfen söyleyin" diye devam ediyorum.
Kız, tanımadığı birinden gelen bu sorular karşısında ne diyeceğini bilemiyor, belli. Haklı da, ne diyebilirim ki? "Uzun hikaye, boş verin" diyor.
Ama beni bilirsiniz, öyle kolay vazgeçenlerden değilim. Üsteliyorum. Bana anlatabileceğimi, hiç yorum yapmadan sadece onu dinleyebileceğimi, kendini daha iyi hissedeceğini söylüyorum.
Kız çayından bir yudum daha alıyor ve cümleler arasında uzun uzun durarak hikayesini anlatmaya başlıyor.
"Yıllar sonra karşımdaydı işte. Ona dokunabiliyor, ona sarılabiliyor, saçlarının kokusunu içime çekebiliyordum"
"Ben çok aşık oldum. Soner ile aynı bölümdeyiz üniversitede. Pamuk Prens derim ben ona. Ben başım önümde okula gelip giderken o benimle ilgilenmeye başladı. Ben önce anlamamazlıktan geldim ama o beni görmüştü bir kere. Birinin farkıma varması ayaklarımın yerden kesilmesine sebep olmuştu ben daha hiçbir şey anlamadan. Sonra okul dışında da görüşmeye başladık. Bir şeyler vardı aramızda ama o isim koymaktan kaçınıyordu. 'Okul benim önceliğim, okul birincisi olmam lazım, şu anda bir ilişki yaşayamam' diyordu. İstemeden istemeden hak veriyordum ona. Varsın ilişki denmesindi aramızdakilere, ben onu seviyordum bir kere, gerisi çok da önemli değildi. Birlikte geçirdiğimiz vakitler yetiyordu kalbimin bunca yıllık eksikliğine. Nasıl denir ki bilmiyorum, aşık olmuştum işte. Onu yıldızlardan, aydan, güneşten daha çok seviyordum. Onu tüm dünyanın toplamından daha çok seviyordum.
Her neyse sonra bir anda Soner'in benden uzaklaşmaya başladığını hissettim. Seven insan her şeyi hemen hissediyormuş, bunu o günlerde öğrendim. Önce bir süre ben de onun üzerine gitmek istemedim, hiç sevmez bunları çünkü. Okulda yüzüme bakmadığı her an yıkılıyor, eve gidip kusana kadar ağlıyordum. En yakınım bir anda bana hiçbir şey demeden en uzağım olmuştu ve ben acımı kimseye belli etmeden yaşamak zorundaydım.
Sonra bir gün dayanamadım ve konuşmak istediğimi söyledim. Önce biraz mesajlaştık, bir sorun olmadığını, ikimizin de yetişkin insanlar olduğunu, bunu problem haline getirmenin gereksiz olduğunu söyledi. Ona inandım, inanmak zorunda hissettim kendimi daha doğrusu. Hatta kendime kızdım, ortada hiçbir şey olmadan kendimi bu kadar hırpaladığım için. Ama içimden bir ses bir sorun olduğunu sürekli bana hatırlatıyordu. Ve haksız da değildi.
Geçtiğimiz gün dersten çıktıktan sonra beni kahve içmeye çağırdı. Nasıl mutluydum Tanrım, ayaklarım yerden kesiliyordu. Her gün yüzünü görerek uyanmak için canımı bile vereceğim adam sonunda gerçekten bana dönüyordu. Tüm bu kabus gibi haftalar bitecek ve ben yine onun gözlerine baktığımda saf bir mutlulukla dolacaktım.
İşte sonra o senin çalıştığın kafeye geldik. Biraz havadan sudan konuştuktan sonra sana bir sürprizim var dedi. Kalbim tam o anda duracaktı sanki. Sevdiğim adam bana çıkma teklif etmiş, benimle kafeye gelmişti ve şimdi bir sürprizi olduğunu söylüyordu. O anda mutluluktan ölseydim üzülmezdim gerçekten. Ama şimdi o gün keşke ölseydim diyorum, keşke ölseydim...
Ben Soner'in yüzüne dev bir gülümsemeyle bakarken yanımdaki sandalyede bir hareket hissettim. Döndüğümde o karşımdaydı. Kübra... Seneler önce kaybolan kardeşim, Kübra'm, en büyük özlemim, en büyük eksikliğim... Nereden çıkmıştı, bunca yıl sonra nasıl beni bulmuştu, hiçbir fikrim yoktu ama önemli değildi. Ona sarıldığımda tüm ruhumun tamamlandığını hissettim. 16 yaşındayken bir gün okuldan sonra eve gelmeyen, aradığımız yer kalmayan ama sonra bir gün arayıp "İyiyim, böyle daha mutluyum, beni aramayın" dedikten sonra annemlerin en azından hayatta diye teselli bulduğu küçük, güzel kardeşim benim. Beraber aynı yatakta uyuduğum, beraber ağladığım, beraber güldüğüm, beraber büyüdüğüm.... Yıllar sonra karşımdaydı işte. Ona dokunabiliyor, ona sarılabiliyor, saçlarının kokusunu içime çekebiliyordum. Daha mutlu olamazdım.
Ama ben öyle sanmışım. O günün hayatımın en kötü günü olabileceğini, tüm hayatımı cehenneme çevirebileceğini nereden bilebilirdim ki? Sarılmamız bittikten sonra Kübra'ya baktım, yüzünde hiçbir ifade yoktu. Ne mutluluk ne de mutsuzluk. Anlamaya çalışıyordum ki Soner bana seslendi. 'Sana bizim bir şey söylememiz gerekiyor Başak' dedi. 'Biz Kübra ile beraberiz. Kardeşin olduğunu bana anlattı. Ben de onu buraya çağırdım ki sen de öğren, sonra bana kızma. Sonuçta bizim aramızda bir şey yoktu, bana hesap soracak değilsin ama gene de bil istedim' dedi yüzüme geniş geniş baka baka. Bunca aydır sevdiğim adam gitmiş, yerine kötü kalpli ikizi gelmişti sanki. İlişki istemiyorum diyerek bana aylarca yalan söylediğini şimdi anladığım adam gelmiş bana en yakınımla, en canımın içiyle beraber olduğunu söylüyordu. Ve bunu söylerken yüzünde en ufak bir utanma ya da üzülme belirtisi yoktu. Canımı nasıl yaktığı hiç umrunda değildi. Bundan sonra her gün ölecek olmam onu ilgilendirmiyordu. O sırada nasıl olduğunu anlamadan ona tüm gücümle bir tokat atıp kafeden kaçtım. Nefes alamıyordum çünkü, bir saniye daha duramazdım orada.
Peki ya kardeşim? Bunca yıl sonra beni sevdiği, beni özlediği için değil benim canımı yakmak için dönen diğer yarım. Ben bu gerçeğe nasıl katlanacak, bu gerçekle nasıl yaşayacaktım?
İşte ben o gün kafede hem yıllar sonra birkaç dakikalığına da olsa bulduğum kardeşimi, hem de sevdiğim adamı kaybettim. Şimdi tüm hayatımın toplamından daha yalnızım ve bu acıya nasıl katlanacağımı hiç bilmiyorum, hiç."
***
Vapurdaki kızın yani Başak'ın hikayesi bittiğinde ona kocaman sarıldım. Onu ikinci kez terk eden kardeşi yerine sarıldım. Onu hiç sevmemiş olan o adam yerine sarıldım. Hıçkırıkları dursun istedim, kalbi yeniden atmaya başlasın istedim ama onu kurtarmak bu kadar kolay olmayacaktı biliyordum.
Vapurdan indikten sonra iskelede yeniden sarılarak farklı yönlere gitmek üzere ayrıldık. O bilinmezliğe doğru uzaklaşırken kafamda Mehmet Güreli - Kimse Bilmez çalıyordu.