Bir Türk Kahvesi Yüzünden Sevdiği Her Şeyi Kaybeden Kadının Hüzünlü Hikayesi
22 Aralık 2017İlk kez inanmanın dayanılmaz hafifliği...
Hayatımda ilk kez inanıyordum güzel bir şeyler olacağına, kalbimin yükünün hafifleyeceğine, onun geleceğine. Kaş'taki Çocuk'un beni bulacağına inanıyordum. Sırf inanmak bile kalbimin pır pır etmesine sebepti. Gerçekleşme ihtimali bile içimi kanatlandırıyor, başımı döndürüyordu. Şarkılardan fallar tutuyor, onun burcu olduğunu düşündüğüm burç yorumlarını okuyor, kendiminkiyle karşılaştırıyordum. Her gün uyanma sebebimdi o. Çünkü her sabah bir umuttu, bitmesini hiç istemediğim bir umut.
Ama aradan günler günler geçti, gelmedi. Haftalar haftaları kovaladı, Kaş'taki Çocuk gelmedi. Artık deniz kenarında dalgaların sessiz gürültüsünü dinlediğimiz o yıldızsız Kaş gecesinin hayal olduğunu düşünmeye başlamıştım. Çok yalnızdım, çaresizdim, umutsuzdum, belki de uydurmuştum. Olabilirdi.
Artık kendimle tartışmaktan yorgun düşmüştüm. En korktuğum şey oluyordu işte, kendime mutsuz sonlar yazıyordum. Kendime acıyor, kendime ağlıyordum.
Her sabah aynı umutla uyanıyor, her gece aynı hayal kırıklıklarıyla uyuyordum. Kaş'taki Çocuk gelmiyordu.
Kader bizi birleştirmiyordu.
Ama sonra... Sonra o gün yaşandı.
"Türk kahvesinden nefret ederim ben"
Kafedeyim. Bir gözüm kapıda, bir gözüm masalarda. Sıradan koşuşturmacasıyla sıradan bir gün yaşanıyor kafede. Kalbim paramparça ama kimse görmüyor. Dokunsalar ağlayacağım, kimse dokunmuyor. Kahve getiren kızım ben sonuçta, dünyadaki ağırlığım bu kadar.
Ama az önce kahve siparişi aldığım ve kahvesini götürdüğüm kadının yüksek sesiyle kendime acıdığım o hayallerden birden uyanıyorum.
"Ben senden Türk kahvesi mi istedim?" diye bağırıyor kadın.
"Kahve istemiştiniz. Sade kahve dediniz. Ben de Türk kahvesi olduğunu sandım. Özür dilerim, hemen değiştiriyorum" diyorum can havliyle.
Kadının siniri geçmiyor. Ona dünyadaki en büyük kötülüğü yapmışım gibi bakıyor bana. Benden tiksiniyor.
"Türk kahvesinden nefret ederim ben" diyor ve ağlamaya başlıyor.
Yanlışlıkla Türk kahvesi götürdüğüm için ağlayan bir kadın var karşımda. Her ne kadar bana bağırmış olsa da, her ne kadar benden nefret etse de içim sızlıyor. Ağlayan insanlar bana kendimi hatırlatıyor. Yaraları yaralarıma dokunuyor.
Kadına doğru eğilip sakinleştirmeye çalışıyorum. Ama hıçkırıkları daha da artıyor. Kendi kendine "Türk kahvesinden nefret ederim ben" diyip duruyor kısık bir sesle. Onu bir tek ben işitiyorum.
Kadın biraz sonra sakinleşiyor. Hıçkırıkları duruyor, gözlerini ona verdiğim peçeteyle siliyor. Yüzüme bakıyor uzun uzun. Korkuyorum.
"Özür dilerim, sana böyle bağırmak istemezdim. Ama dayanamıyorum işte..." diyor.
Belli bir yarası var. Ama nasıl bir yara o, neden oldu, öğrenmek istiyorum. Acısını paylaşmak istiyorum.
Beni çok fazla bekletmiyor.
"Oturmak ister misin biraz? Sana kendimi nasıl affettirebilirim?" diyor.
"Bana hikayenizi anlatırsanız belki ikimiz de birbirimizi ve kendimizi affetmenin bir yolunu bulabiliriz" diyorum ağzımdan bu sözlerin nasıl bir anda çıktığına inanamayarak.
Gözü yaşlı kadın yanındaki sandalyeyi çekiyor, beni oturtuyor ve başlıyor anlatmaya.
**
"Bundan iki sene öncesi. Eşim ve çocuğumla mutlu bir hayatım var. Beni dostları olarak kabul etmiş komşularımın olduğu güzel bir sitede yaşıyorum. Mutluyum. Komşularımla çok birbirimize gider gelirdik biz. Aile gibiydik. O aile toplantıları ise her seferinde Türk kahvesiyle ve Semiha Hanım'ın meşhur kahve fallarıyla biterdi. Herkes sıraya girerdi Semiha'ya fal baktırmak için. Her şeyi tek tek bildiğini, fallarının mutlaka çıktığını söylerler, onu öve öve bitiremezlerdi.
Bense inanmazdım kahve fallarına. Herkes "Bir kere baktır, ne olacak?" derdi ama ben hep reddederdim. Sonra bir ara kocamla aram bozuldu. Çok sık kavga etmeye başlamıştık. Daha önce sesini bir kez bile bana yükseltmeyen kocam, hayatımın ilk ve son aşkı artık benim canımı özellikle acıtmak için laflar söylüyor, kalbimin paramparça olduğunu görmeden kavgaları sonlandırmıyordu. İşten eve sık sık geç gelmeye başlamıştı, çocuğumuzun yüzüne bile bakmıyordu. Kötü günlerdi. Çok kötü günler.
İşte o günlerden birinde yine bir komşu toplaşmasında Semiha'ya fal baktırmam için ısrarlar geldi dostlarımdan. Bu sefer itiraz etmedim ve tamam dedim. Ah nasıl bir hata yapmışım, nasıl bir boşluğa düşmüşüm... Bilemezdim ki...
Semiha, fincanıma kaşlarını çata çata uzun uzun baktı. Çevirdi, çevirdi avcunun içinde ve gözlerini gözlerimin içine dikti. "Kocanın yanında başka bir kadın görüyorum" dedi. "Seni aldatıyor" dedi. Şok olmuştum. "Senin yolun ondan farklı" dedi. "Eğer kocanın yolunu değil kendi yolunu seçersen mutlu olabileceksin bu hayatta, yoksa hayat sana olmadık işkenceler edecek" dedi. Büyülenmiş gibiydim. Semiha'nın her sözü göğüs kafesimi yırtarak kalbime ok gibi saplanıyordu. Elimi dahi hareket ettiremiyordum.
Umursamıyor, inanmıyor gibi göründüm ama falda çıkanlar günlerce zihnimi meşgul etti. Bu sırada kocam Bülent ile kavgalarımız daha da şiddetleniyordu. Artık akşam yemeklerine bile gelmez olmuştu. O böyle yaptıkça fala daha da inanır olmuştum. Elimde değildi.
Semiha'ya birkaç kez daha fal baktırdım. Her seferinde benzer şeyleri söyledi. Sürekli onu bırakmamı, ondan uzaklaşmamı yoksa çok üzüleceğimi ima ediyordu. Onun sözleri gün boyunca, uykusuz geceler boyunca beynimde çınladı durdu. Çıkaramıyordum aklımdan. Sonra bir gün yine çok şiddetli bir kavga ettik Bülent ile. "Bıktım artık senden" dedi ve kapıyı çarptı gitti. Gece yarısıydı. Bu son nokta oldu benim için. Birkaç eşyamı topladım, oğlum Kerem'i de aldım ve evden çıktım. O gece evimi gördüğüm son gece oldu.
Oğlumla yeni bir hayat kuracaktım kendime, planım buydu. Falda çıkanları uygulayacaktım. Üç vakte kadar mutlu olacaktım. Ama olmadı, Bülent boşanma davası açtı. Boşandık ve mahkeme oğlumu babasına verdi.
Kapkaranlık günler başlamıştı artık. Evimden, yuvamdan, kocamdan ve her şeyden çok sevdiğim oğlumdan olmuştum. Hiçbir şey kalmamıştı elimde, hiçbir şey.
Neden? Bir kahve falı baktırdım diye... Bir kahve falına inandım diye!
Aradan iki yıl geçti ve tek bir gün bile mutlu olamadım ben. Sonradan öğrendim ki kocam aslında beni hiç aldatmamış. Aklına bile gelmemiş böyle bir şey. Eski komşularımdan duyduğum kadarıyla Semiha ile görüşüyorlarmış şimdi. Oğlumu Semiha'ya emanet ediyormuş. Oğlumu o büyütüyormuş.
Anlayacağın Türk kahvesinden nefret ederim ben. Benden yuvamı, aşkımı, evladımı aldığı için nefret ederim."
Bir gün Türk kahvesi içtiği ve baktırdığı fala inandığı için hayatındaki en güzel şeyleri kaybetmişti karşımda oturan Fatoş Hanım. Bana bağırmakta haklıydı. Canı acıyordu, kendine kızıyordu, mutluluğun peşinden koştukça kaçan bir şey olduğunu geç fark ettiği için kendine işkenceler ediyordu. Yalnızlığı ve çaresizliği onu her geçen gün kendine yabancılaştırıyordu.
Hikayesi boyunca tuttuğum ellerini bıraktım ve yavaşça ayağa kalktım.
"En iyisi ben size koyu bir filtre kahve getireyim" dedim.
***
O akşam işten çıkmış eve doğru giderken Türk kahvesi yüzünden tüm hayatı değişen kadını, Fatoş Hanım'ı düşünüyordum. Onun acısı acı bir Türk kahvesi gibi oturmuştu içime. Sindiremiyordum.
O kadar dalmışım ki metro istasyonuna geldiğimi, merdivenlerden indiğimi bile fark etmiyorum. Metronun kapılarının kapanmak üzere olduğunu anlamamla ona doğru son hızla koşmam bir oluyor. Ama kapılar yüzüme kapanıyor. Hiçbir şey yapamıyorum.
Ama o sırada hızla uzaklaşan metronun camından birinin bana baktığını hissediyorum. Çok tanıdık bir yüz bu. Çok ama çok tanıdık...
Kaş'taki Çocuk bu!
Tam metro gözden kaybolmak üzereyken korkakça elini kaldırıyor ve bana el sallıyor.
Hayalet sandığım adam bana kaçırdığım metronun camından el sallıyor!
Tüm bunlar birkaç saniye içinde gerçekleşiyor ama bana sorsanız tüm hayatımın yarısını kaplayacak bir film sahnesi gibi yaşanan her şey.
Eğer birkaç saniye önce orada olsaydım, metronun kapanan kapısının arasından içeri girebilseydim yanında olabileceğimi, kolunun koluma değebileceğini düşündükçe tüylerim diken diken oluyor.
Kendime işkence edebileceğim bir nedenim daha var artık. Evime gidip kendimi yatağın üzerine atabilir ve kimse görmeden saatlerce ağlayabilirim. Sonra biraz hayal kurarım belki, bana el salladığını düşünüp beni unutmamış diyebilir, kendimi bir süre önemli biri gibi hissedebilirim.
Ama tüm bunların hiçbiri olmuyor. Başka bir şehirde bulup kaybettiğim adamı tekrardan bulup kaybetmenin yaşattığı anlamsız duygularla eve gidip kendime acı mı acı köpüklü bir Türk kahvesi yapıyorum.
Kapattığım fincan ise hiç açılmadan salonun ortasında duruyor hala. Kapanan metro kapısı gibi, bensiz giden tüm vagonlar gibi orada... Yalnız ve kimsesiz.
Tıpkı Kaş'taki Çocuk yeniden gelene kadar, kader bizi yeniden buluşturana kadar tamamlanmayacak olan ben gibi...