Kitabevinden Kovulan Küçük Polat'ın Küçük Prens'e Dönüşme Hikayesi
29 Eylül 2017İnsanları sevmeye 5 yaşında başladım.
Çok iyi hatırlıyorum, üstümde her gün bunu giyeceğim diye tutturduğum kırmızı elbisem vardı. Onu giyince kendimi "biri" gibi hissediyordum, sanki onu giyince o gün hep iyi şeyler olacakmış gibi... Ama işte o gün olmamıştı. Anaokulundan çıkmış, kapıda annemi göremeyince çok korkmuştum. Tüm anneler, babalar, anneanneler, teyzeler gelip arkadaşlarımın ellerinden tutup götürmüş, ben arkalarından bakakalmıştım. Gözüm sokaktaydı, her an annem köşeden dönüp gelecek, beni kucağına alacak ve bana çok sevdiğim renkli şekerlerden alacağını söyleyerek gönlümü alacaktı.
Ama annem gelmedi. Tüm umutlarım tükendiğinde kaldırımda oturup ağlarken buldum kendimi. Bir yandan da öğretmenlerim anneme ulaşmaya çalışıyordu. Ama annemin beni unuttuğundan ben o kadar emindim ki. Tüm dünyada yapayalnız olduğumu anladığım ilk andı sanırım bu. Büyüyünce defalarca yaşayacağım o yalnız bırakılma hissini ilk kez o gün yüreğimin tam içinde hissettim. Ve çok ağladım.
O sırada birinin gelip kaldırımda yanıma oturduğunu hissettim. Yaşlarla dolu gözlerimi kaldırdığımda yanımda daha önce hiç görmediğim genç bir kadın vardı. Bana gülümsüyordu. Neden ağladığımı sordu, anlattım. Annemin geleceğini ve o gelene kadar benimle oturacağını, korkmamam gerektiğini söyledi. Öyle yumuşak bir sesi, öyle gülen gözleri vardı ki ona inanmamak imkansızdı. Sonra genç kadın çantasından bir kitap çıkardı. Kibritçi Kız... Ve bana o yumuşak sesiyle masalı okumaya başladı. Masalı dinlerken bu dünyadan uzaklaşmış; bir anaokulu bahçesinde unutulmuş, kırmızı elbiseli yalnız bir kız çocuğu olduğumu çoktan unutmuştum. Hiç olmadığım kadar mutluydum.
Masalın bitmesine yakın annem koşarak anaokulu bahçesinden içeri girdi ve bana sıkıca sarıldı. Eve gidip annemin aldığı renkli şekerleri yerken aklımda sadece Kibritçi Kız ve bana insanları sevdiren o kadının yumuşacık sesi vardı.
"4 buçuk liralık kitap var mı abla?"
Bir kitapla yalnızlığımı unuttuğum 5 yaşındaki kız çocuğuna geri dönmemin bir sebebi var elbette.
İzin günüm... Herkes izin gününde sevdikleriyle, arkadaşlarıyla gezerken benim genelde, evden dışarı çıkmayı kendimi ikna edebildiğim günlerde diyelim, yaptığım tek şey kitapçılara gidip raflarda kendimi kaybetmektir. Orada unuturum çünkü kim olduğumu, beni üzenleri unuturum, hayal kırıklıklarımı unuturum. Kitap sayfalarında kendimi kaybetmeden önce kitabevinin kitap kokusu sinmiş koridorlarında unuturum kendimi. Üniversitedeyken, yani kafedeki kız olmadan önce, bir süre kitabevinde çalışmış olmamın da bunda etkisi vardır. Sadece kitapları hissetmem orada, oranın bir parçası olurum tamamen. Yaşarım orada. Tıpkı bir zamanlar kitapçı kız olarak yaşadığım gibi...
Daha kitabevinin girişindeyim. Yeni çıkanlar, çok satanlar rafının önünde duruyorum tüm dalgınlığımla. O sırada kasadan gelen sesler dikkatimi çekiyor, kulak kabartıyorum. İlkokul çağında küçük bir çocuk var kasanın önünde. Bir elinde su şişeleri var, diğer avucunu ise kasadaki kıza uzatmış.
"4 buçuk liralık kitap var mı abla?" diyor.
Kız ise çok farklı bir dünyada, sesini yükseltmekten çekinmiyor. "Dışarı çıkar mısın lütfen? Kitap mitap yok. Yasak, çık dışarı" diyor.
Çocuk elini indirmiyor ama. Fikrini değiştirsin diye kasadaki kızın gözlerinin içine bakıyor. Ama ben anlıyorum, öyle bir şey olmayacak. Asla olmayacak.
Bu yüzden soluğu yanlarında alıyorum. "Bırakın istediğini alsın" diyorum kasadaki kıza. "Çocuk dediğin kitapla büyümeli."
Kız: "Ama her gün kaç kitap çalındığını bilseniz. Hep bunlar yapıyor onları. Sonra müdür de parasını bize ödetiyor."
Kitapçıda çalıştığım için biliyorum, dünyanın en düşük okuma oranına sahip ülkelerinden biri olmamıza rağmen çalınan kitap sayısı beni de ilk zamanlar çok şaşırtmıştı. Kızı anlıyorum ama hak veremiyorum.
Çocuğun elinden tutuyorum. "Gel" diyorum, "Çocuk kitapları rafına bakalım beraber. Ne istersen oradan alabilirsin. Benim hediyem olsun sana."
Çocuk bir anda elimde tuttuğum bir yavru kuş gibi silkeleniyor. "Hayır, abla" diyor. "Benim param var. Bak tam tamına 4 buçuk lira. Bugün sattığım sulardan kazandım. Merak etme, eve de ayırdım para. Bunu kendim için kazandım. Kitap almak için..." diyor kekeleye kekeleye.
O anda gözlerim doluyor. Elimde değil. Onun naifliği kalbimi eritiyor. Karşı çıkmasına rağmen onu elinden sıkıca kavrıyor ve çocuk kitaplarının olduğu rafa götürüyorum.
Bir anda karşısında bu kadar çok kitap görünce gözleri parlıyor. Korka korka, çekine çekine bir tanesini alıyor eline. Sanki kırılacak çok değerli bir eşyayı tutuyor gibi davranıyor ona. Onu incitenlere inat o kitapları incitmekten korkuyor.
Sonra kendini kaybediyor kitapların arasında. 5 yaşındaki ben gibi kitaplar ona dünyayı unutturuyor. Bu dünyanın acımasızlığını, acılarını, yalnızlıklarını, dışlanmışlıklarını unutuyor.
En son eline aldığı kitap ise onu diğerlerinden çok daha fazla heyecanlandırıyor. "Abla" diyor. "Bunu okumak istiyorum ben. Ama parası çoktur şimdi bunun."
Gözlerindeki o çaresizliği uzun süre unutabileceğimi sanmıyorum. Öyle bir bakış var yüzünde. Elinde ise sıkı sıkıya Küçük Prens'i tutuyor. Kapaktaki sarışın çocuk ona vazgeçmek zorunda kaldığı çocukluğunu hatırlatıyor olmalı. Onun da Küçük Prens olmaya ihtiyacı var. Biliyorum.
"Küçük Prens'i hem tüm çocukların hem tüm yetişkinlerin okuması şart. Çok güzel seçim, Polat. Başka hangilerini beğendin? Haydi birkaç tane daha seç bakalım..."
Adının Polat olduğunu öğrendiğim bu kocaman yürekli minik bey sonunda razı geliyor ve su satarak kazandığı parayla kitap almak isterken kovulduğu o kitabevinden kitaplarımızın parasını ödeyerek sonunda ayrılıyoruz.
Çıkınca "Haydi gidelim, bir yerlerde oturalım, kitaplarımızı okuyalım" diyorum. Yüzüme önce büyük bir mahcupiyetle bakıyor. Ardından "Benim eve gitmem lazım abla" diyor, "Kitaplarım sende kalsın. Sonra ben alırım senden."
Neden olduğunu sorduğumda ise "Babam çok üzülüyor kitapları görünce" diyor.
Anlamıyorum.
"Babam çok üzülüyor kitapları görünce"
Sonra biraz sıkıştırınca küçük Polat hikayesini anlatmaya başlıyor:
"Babam üzülüyor eve kitap götürünce. Beni okutamadığı için üzülüyor. Okula hiç gidemedim ben. Durumumuz yok derdi babam hep. Meğerse paramız yokmuş ve okula gitmek için para lazımmış biraz büyüyünce anladım babamı. Beş kardeşiz biz. Hepimiz çalışıyoruz. Ben su satıyorum yol kenarlarında, otobüs duraklarında, parklarda. Ablam mesela konfeksiyonda çalışıyor, onun işi iyi. Annem hasta, o bile çalışıyor. Apartman merdivenlerini siliyor. Ben okula gitseydim haksızlık olurdu onlara. Olmaz mıydı?
Ama çok isterdim be abla okula gitmeyi. Kitaplar çok güzeller. Hiç bu dünyaya ait değil gibiler. Onları okuyunca bizim küçük evimizden, sokaklardaki kötü insanlardan, açlıktan, üşümekten, gidecek yeri olmamaktan, arkadaşsızlıktan öyle uzaklaşıyorum ki Polat olmuyorum artık. Başka biri oluyorum. O başka Polat çok güzel biri. Kitabın kapağındaki o prens gibi..."
Polat susunca ona kocaman sarılıyorum. Yaralarını sarar gibi sarılıyorum.
"Peki hiç okula gitmediysen nasıl okuyorsun kitapları?" diye soruyorum.
"Okumayı öğrendim ben abla. Parkta simit satan Ahmet Abi var. Kitaplara meraklı olduğumu anlayınca önce o bana kitap okuyordu. Sonra yavaş yavaş bana okuma, biraz da yazma öğretti. Artık kitaplarımı kendim okuyabiliyorum. Sattığım sulardan eğer o gün çok kazanırsam eve götüreceğimi ayırıyor, kitap almak için biraz da kendime saklıyorum. Sonra aldığım kitapları Ahmet Abi'ye bırakıyorum. Çünkü babam bir kere beni kitap okurken gördü, okumayı kendi kendime öğrendiğimi anladı ve o gün ben yattıktan sonra yatağımın kenarına oturup saçlarımı sevdi ve ağladı. Çok ağladı be abla. Ben babamı üzemem. Kocaman adamlar hiç ağlamamalı."
O gün Polat'ı ikna ettim ve birlikte Küçük Prens'i okuduk. Küçük Polat, o gün sokakta su satan çocuk olmaktan çıktı, her satırda Küçük Prens'e dönüştü.
Gülünü başka bir gezegende bırakmış gelmiş, "Beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar" diyen kızıl tilki yani benimle dost olmuştu.
Ayrılırken Polat'a eğildim ve tilkinin sırrını bir kez daha onun kulağına fısıldadım:
"İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez."
Polat, gülüne bir gün geri dönecekti. Biliyordum.