***
Bir perşembe günüydü. Akşamüstü saatleri. Güneşin portakal rengi gölgesi kafedeki her masanın üzerine düşmüş. İnsanlar mutlu, insanlar mutsuz, insanlar düşünceli, insanlar düşüncesiz. Sonra kapıdan bir genç giriyor, önce etrafına bakınıyor, sonra direkt bana doğru geliyor.
"Şimdi söyleyeceğim şey size biraz saçma gelebilir. Kabul ediyorum biraz garip bir durum bu. Ama gerçekten yardıma ihtiyacım var ve bana ancak siz yardım edebilirsiniz" diyor.
Şaşırdığımı fark ediyor, biraz duraklıyor. Sonra devam ediyor:
"Dün okuldan arkadaşlarımla buradaydık. Şu masada oturuyorduk. Belki hatırlamışsınızdır beni. Tam karşımızdaki şu masada, cam kenarında olan hani, orada da bir kız vardı. Benim o kızı bulmam lazım." diyor.
Evet, şimdi gerçekten şaşkınım. Bu çocuk kim? O kız kim? Dahası onu neden arıyor?
Ve ben bu konuda ne yapabilirim?
Kırmızı saçlı kız aranıyor
"Merak etmeyin, sapık değilim" diyor. "Dedim ya çok garip, dün onu burada gördüğümden beri aklımdan çıkaramıyorum. Sanki onu yıllardır tanıyormuşum gibi bir his var içimde. Ya da onda bana ait bir şey varmış gibi... Sanki onu bulsam hayatımdaki çoğu soru işareti de bitecekmiş gibi hissediyorum dünden beri. Saçma geliyor biliyorum ama lütfen onu bulmama yardım edin. Sizden başka kime gideceğimi bilemedim."
Neden bilmiyorum ama inanıyorum ona. İşte o zaman ilk kez ağzımı açıyorum, "Nasıl yardım edebilirim sana? Nasıl biriydi bahsettiğin kız?" diye soruyorum.
"İşte dün şu masada oturuyordu. Kırmızı saçları vardı yansıyan güneşin daha da parlak hale getirdiği. Bir fincan çay vardı önünde. Kitap okurken saçları önüne düşüyordu tutam tutam. *Alper Canıgüz'den Cehennem Çiçeği'ni okuyordu. Onu ilk öyle fark ettim zaten. Çok severim o kitabı. Sonra işte anlamadığım bir şekilde onunla tanışmam, konuşmam gerektiğini hissetmeye başladım. Ama ben cesaretimi toplayamadan kalktı gitti. Hiçbir şey yapamadım. Bugün uyandığımda hala aklım kırmızı saçlı o kızdaydı. Sonra aklıma buraya gelmek geldi. Belki onu yeniden görürüm diye. Ama yok, belki yardım ederseniz onu bulabiliriz. Bana yardım eder misiniz?" diyor genç ve heyecanlı çocuk.
***
Ederim tabii, etmez miyim hiç? O kızı en az onun kadar ben de bulmak istiyorum çünkü. Adının Can olduğunu öğrendiğim çocuğun heyecanı benim de heyecanım çünkü artık. Onların mutluluğu da benim mutluluğum olacak.
"Kırmızı saçlı kız aranıyor" yazan afişleri kafenin panosuna, kapısına, Nişantaşı sokaklarına yapıştırıyoruz birlikte. Afişte ikimizin de numarası var. Can internet üzerinden de paylaşımlar yapıyor. Kırmızı saçlı kızın çıkıp gelmesini beklemeye başlıyoruz.
Aradan günler, haftalar geçiyor, arayan soran da yok, kafeye gelen de. Ben bir zaman sonra unutmaya başlıyorum Can ve meçhul kırmızı saçlı kızı. Kendi hayatıma, dertlerime dönüyorum. Ama sonra bir gün kafenin kapısının açılmasıyla her şey değişiyor.
"Ben onun ablasıyım"
Kafede, tezgahın arkasında durduğum anlardan biri. Bir sesle irkiliyorum. Ses, "Merhaba, sanırım beni arıyormuşsunuz" diyor.
Kafamı kaldırdığımda kırmızı, uzun saçlı genç bir kadın görüyorum karşımda. Artık benim için hayali bir karaktere dönüşmüş olan kırmızı saçlı kız gözlerini dikmiş bana bakıyor. Dilim tutuluyor bir süre, konuşamıyorum.
Kız anlıyor, konuşmayı sürdürüyor:
"Ben Can'ın ablasıyım. Beni aradığınızı geç fark ettim" diyor. "Sonra da biraz bekledim. Can'a bunu nasıl anlatacağıma karar vermem zaman aldı" diyip başını öne eğiyor.
"İsterseniz, yani zamanınız varsa size anlatmak istediğim şeyler var. Biraz oturabilir miyiz?" diyor.
***
Oturuyoruz. Benim şaşkın bakışlarım altında başlıyor anlatmaya:
"Can çok küçüktü bizden alındığında. 1,5 yaşındaydı. Annemle babam kötü bir ayrılık yaşadılar. Biz annemle kalıyorduk. Sonra bir gün Can ortadan kayboldu. Sonradan anladık ki babam Can'ı kaçırmış. Polisler, mahkemeler... Ne yaptıysak Can'ı da babamı da bulamadık. Zamanla aramaktan da vazgeçti herkes zaten. Ta ki ben internetteki o ilanı görene kadar. O gün kafede ben fark etmemişim onu ama o beni hiç hatırlamamasına rağmen fark etmiş, hissetmiş. Çocuk ruhu görmüş beni. Sonradan çok kızdım kendime, nasıl anlamam diye... Ama o kadar ufaktı ki gittiğinde. Onu nasıl özlediğimi anlatamam. Gözümün önünde hep o mavi tulumlu hali... O büyük ihtimalle bir ablası olduğunu bile bilmiyor, nasıl anlatacağım ona tüm bunları, nasıl kaldıracak, hiç bilemiyorum."
Bunları anlatırken gözlerinden usul usul yaşlar süzülüyor. Bense ne yapacağımı bilemez, tüylerim diken diken olmuş bir halde ona bakıyorum. Göz göze geliyoruz. Kafasını sallıyor. Yapmam gereken şeyi biliyorum.
***
Size Can ile ablasının yıllar sonraki kavuşmasının nasıl geçtiğini anlatmayacağım. Çünkü bunu tarif edilebilecek kelimeler henüz bulunamadı, henüz bunca acı ve mutluluğu tek nefeste özetleyebilecek bir cümle kurulmadı. Konuşmalarını bitirip sarıldıkları o an, o an benim de kalbim duracak sandım. Sarılmak, ne büyülü kelime... Tüm kaybolan yıllar, tüm acılar bir sarılmayla son buldu sanki.
Onlar sarılırken ben bir köşede içimi çeke çeke ağlıyordum. Hayatımda ikinci kez mutluluktan ağlarken kafamda şu cümle yeniden yankılanıyordu:
"Her şeyi acıyla öğrendiyseniz mutluluktan da içiniz sızlar."
Ama bu sefer içim ilk seferki kadar sızlamıyordu. Ben de onlarla birlikte sanki yuvama kavuşmuş; doğmuş, ölmüş ve büyümüştüm artık.