Yemek.com

Soğuk Bir Günde Nişantaşı'ndaki Kafeye Sığınan Evsiz Adamın Sürpriz Sonlu Hikayesi

3 Mart 2017

En son mutlu olduğumda 8 yaşındaydım.

Bir gün arkadaşlarımla dışarıda saklambaç oynuyorduk. Beni bulamasınlar diye öyle uzaklaşmışım ki evden, beni ebeleyecek kimse olmadığını anladığımda hava kararmıştı. Saklandığım yerden çıkıp dönüş yolumu bulmaya çalışmıştım ancak bu daha fazla kaybolmama ve daha çok korkmaya başlamama sebep olmuştu sadece. Bir yandan da annemin eve gittiğimde bana nasıl kızacağını, o söz verdiği dondurmayı almayacağını düşünüp daha çok ağlıyordum. Ağlamaktan yorgun düşüp bir kaldırımda, belki de saatlerdir oturduğum o sıralarda, bir el dokundu omzuma.

Başımı kaldırdığımda bir adamın bana baktığını gördüm. Hani ailenizin sizi uyardığı, şeker verirse asla alma dediği tiplerden. Özensiz giysileri, kirli sakalları var. Daha çok korktum. Ama işte bazen ön yargılarınızı yıkmanız gerekir. 8 yaşındaki bir küçük kız olarak benim ön yargılarımın ilk kez yıkıldığı zaman o ılık yaz akşamı oldu. Çünkü beni korkutan o adam bana evimi, ailemi geri verdi. O beni yuvama, ait olduğum yere kavuşturdu.

Aklıma bu hikayenin gelmesi sebebi, "kendimi kaybolmuş" hissetmem bir süredir. Hatta sonsuzluk kadar uzun bir süredir... Üstelik karanlıkta bir başıma dururken o 8 yaşındaki kız çocuğundan daha çaresiz, daha yalnız, daha umutsuz hissediyorum kendimi. Çünkü biliyorum ki o omzuma dokunan elden bir tane daha olmayabilir. Sonsuza kadar hayatın eşiğinde biri beni gelsin, kurtarsın diye bekleyebilirim. İnsanlar görmüyor çünkü, ne kadar mutsuz olduğunuzu, ne kadar yalnız olduğunuzu fark etmiyorlar. Herkes "İyi misin?" diye soruyor cevabını gerçekten merak etmeden. Hiç kimse "Mutsuz musun?" diye sormaz zaten, değil mi? Alacağı cevaplar hoşlarına gitmez çünkü.

8 yaşındaki küçük kızın hayaleti bu hafta kafede çalıştığım sürede, kafeden çıkıp eve dönerken, bana bunca acıyı yaşatan adamı her düşündüğümde, ondan nefret ederken ve birden yeniden onu çok sevmeye başladığım her anda, gece gözyaşlarımla ıslattığım yastığıma sarılıp uyuduğumda hep yanımda, hep benimleydi.

Sonra geçmişte omzuma dokunan el, yeniden dokundu hayatıma. Kafede öyle bir şey yaşandı ki 8 yaşındaki küçük kız da 28 yaşındaki ben, yani kafedeki kız da yuvamıza yeniden kavuştuk sanki.

flickr

Hafta içi... Akşam üstü saatleri. Kafede her şey sıradan ilerliyor. "Bir kahve alabilir miyim?"ciler, "Geçen günkü pastadan var mı?"cılar hepsi orada. Bir çay içip 1,5 saat oturanlar da var, içeri girdiğinden beri telefonla konuşup hala sipariş vermemiş olanlar da... Dedim ya sıradan, soğuk bir kış günü daha yaşanıyor kafede.

Ama sonra daha önce hiç olmamış bir şey oluyor. Kafenin kapısı açılıyor ve içeri genç bir adam giriyor. Biz çalışanlar da kafenin müşterileri de şaşkın. Sebep içeri giren adamın sıradan bir Nişantaşı sakininden çok farklı olması. Birbirine girmiş, uzun sakalları, yıkanmamaktan esmerleşmiş teni, yırtılmış kot pantalonu, parçalanmış montu, deliklerle dolu botları var.

Hemen kapının önündeki masaya oturuyor kimseyle göz teması kurmadan. Çok üşümüş belli. Ellerini birbirine sürerek ısınmaya çalışıyor, titrediğini belli etmemeye çalışıyor. Dudakları morarmış, ayaklarını hissetmediğine ise çok eminim.

Bir yandan ne yapacağımı bilemeden onu izliyor, diğer yandan masalardaki gerginliği seziyorum. Bir yandan koşup adama yardım etmek istiyor, bir yandan da kafede işlerin nasıl işlediğini bilemediğinden kıpırdayamıyorum.

Bu kararsızlığımı kıran cam önündeki masadan yükselen gür bir kadın sesi oluyor.

***

"Şu pis adamı dışarı atar mısınız lütfen?"

Öyle bir bağırıyor ki kafedeki herkes dönüp ona bakıyor. Bir daha bağırıyor: "Atın şunu dedim size, reziller!"

Bakıyorum, müdür tezgahın arkasında. Göz göze geliyoruz kısa bir süreliğine. Anlıyoruz birbirimizi. Kısa bir süre sonra elimde sıcak bir fincan çay ve fırından yeni çıkmış çöreklerle evsiz adamın masasındayım. "Buyurun" diyorum, "Üşümüşsünüz çok. Bunlar da fırından yeni çıktı, yemek isterseniz..."

Gür sesli kadın çıldırıyor. Çıldırsın, umurumda değil. Müdürüm beni kafeden kovsun, hiç mi hiç umurumda değil. Karşımda sokaklarda yaşamaya mecbur kalmış, kışın en soğuk günlerinde gidecek bir yer olmayan, en azından sıcak bir çayı hak eden bir genç adam var. Ve ben ona git diyemem. Git ve donarak bir köşede öl diyemem.

***

Haşhaşlı Çörek Tarifi

Gür sesli kadın kafeyi çeşitli tehditlerle terk ediyor. Ama diğer tüm masaların gözü bizde. Bir tiyatro oyunu oynanıyor gibi. Finalde kalkıp alkışlasalar şaşırmayacakmışım gibi bir sahne.

O zamana kadar hiç konuşmamış olan evsiz adam ilk kez gözlerini bana doğru kaldırıyor. Yemyeşil gözlerini o zaman fark ediyorum. Sakallarla, kirle, tozla dolu yüzünde nasıl da ışıl ışıl parlıyorlar. Onlarda kendimin kaybettiği umudu görüyorum. Kendimden utanıyorum.

"Çok teşekkür ederim" diyor, "Sen iyi bir kızsın."

Çayını yudumlayıp çöreği ısırıyor bu sırada. Sonra beni çok şaşırtan bir cümleyle tüm bildiklerimi ters yüz ediyor: "Bu çörekleri yeni mi eklediniz menüye? Çok güzelmiş, söyleyin Cem Usta'ya bunlardan hep yapsın."

Şaşırıyorum. Bizim menüyü nasıl bilebilir? Buranın emektar şefi Cem Usta'yı nereden tanıyabilir bu adam?

"Ben buranın sahibiyim"

Ben daha şaşkınlığımı üzerimden atamadan kafenin müdürü yanımıza geliyor. "Hoş geldiniz Emre Bey" diyor.

Sanırım rüyadayım hala. Daha uyanamadım. Birazdan alarmım çalacak ve işe gitmek için hazırlanmaya başlayacağım. Tüm bunların başka bir açıklaması olamaz.

Dayanamıyorum, "Özür dilerim ama siz kimsiniz?" diye soruyorum.

"Ben buranın sahibiyim" diyor evsiz adam.

Biri beni uyandırsın. Ne olur...

"Daha doğrusu kağıt üzerinde hala sahibiyim. Babam elimden her şeyi aldığı gibi burayı da aldı. Sen hala çok şaşkınsın, otur lütfen, anlatayım" diyor.

Oturuyorum.

***

"Babam İstanbul'un en zengin ve en köklü ailelerinden birinin tek mirasçısı. Ben devasa bir zenginliğin içine doğdum, dadılarla büyüdüm, hep en iyi okullara gittim, en iyi yemekleri yedim, en iyi içkileri içtim. Dünyada gitmediğim ülke çok azdır. Bir sürü dil öğrendim, çok kişi tanıdım, çok kişiyi hayatıma dahil ettim, bazılarını sonsuza kadar çıkardım. Sonra bir gün aşık oldum. Sevdiğim kadındı o, onunla evlenmek, hayatımın sonuna kadar her sabah onun yüzünü görerek uyanmak, mutlu olmak istiyordum. Babam karşı çıktı. 'O kadın bize göre değil' dedi, 'Seni de üzecek, ailemizi de. Onun sevdiği sen değilsin, senin imkanların' dedi. Yediremedim, sevdiğim kadının beni sevmeme ihtimalini kendime yediremedim. 'Hayır' dedim, 'Hayır baba, ben ne olursa olsun, beni üzecek olsa da onunla evleneceğim'. Ve evlendik de. Ama babam ona karşı çıktım diye beni evden attı, şirketten attı, arabama el koydu, tüm hesaplarımı kapattırdı. Yani karımla ben beş parasız yeni bir hayata başladık. Başladık dediğime bakma, sevdiğim kadın bu duruma bir ay dayanabildi. Bir sabah uyandığımda gitmişti sadece iki cümleden oluşan bir not bırakarak: 'Babanı dinlemeliydin. Hoşça kal.'

Evet, bunu söylemek hiç hoşuma gitmiyor ama sonuçta babam haklı çıktı. Artık hem ailesiz, hem parasızdım, hem de sevdiğim kadın artık yoktu. Babam beni geri istemedi, ben de dönemezdim zaten. Yenildiğimi görmesine izin veremezdim. Ev kiramı da ödeyemeyince bir süre sonra sokaklarda yaşamaya başladım. İş bulabilirdim elbette, kendi ayaklarımın üzerinde durabilir, yeniden eski şaşalı günlerime dönebilirdim. Ama içimden hiçbir şey gelmiyordu. Sevdiğim kadın gittiğinden beri her şey o kadar anlamsızdı ki. Hayatında sevgi yoksa ne anlamı vardı paranın, evin, sıcak bir yatağın. İçinde sevgi yoksa o çatının altında ne olduğu çok da önemli değildi. Babam beni terk etmişti, sevdiğim kadın beni terk etmişti, ben bu kadar sevgisizlik içinde kravatımı takıp 9-6 çalışamazdım. Yapamazdım. Hiçbir şey olmamış gibi davranamazdım. Kendime ihanet olurdu bu.

Bakma bugün hava soğuk, ondan böyle acıyarak bakıyorsun bana içeri girdiğimden beri. Hava güzel olduğunda çok canlıdır sokaklar, hayat vardır, zenginlerin o aşırı soğuk hayatlarına benzemez, az önce kafeyi terk eden kadınlar gibiler yoktur bizim dünyamızda, paylaşmayı seven insanlar vardır. Onlar sayesinde de katlanırsın soğuğa, açlığa, yalnızlığa. Yaşarsın."

Adamın, yani çalıştığım kafenin sahibinin hikayesi bittiğinde büyük bir boşluktaydım sanki. Çay verip "İç, ısınırsın" dediğim adam bana maaş veren adamın oğluydu bir yerde. Aklıma 8 yaşında beni sokaktan kurtaran o sihirli elin sahibi geldi yeniden. Dedim ki o ellerden sokaklarda çok var, biz ön yargılı insanlardan da çok olduğu gibi...

Evsiz ama kafeli adam çayını içip çöreklerini yedikten sonra masadan kalktı. Müdüre ironik bir şekilde "Babama selamımı söylersiniz" dedikten sonra bana dönüp "Sen iyi bir kızsın. Param olsa sana çok iyi bir bahşiş bırakırdım, emin ol. Ama sana verebileceğim sadece evsiz bir adam tavsiyesi: Gözlerindeki o her an yağacakmış gibi duran yağmur bulutlarından kurtul. Güneş bir gün yine açacak, çiçeklerin mis kokusu saracak etrafı, kızlar kikirdeyecek, oğlanlar saçını tarayacak. Güzel günler her şeye rağmen gelecek" dedi ve montunun yakasını kaldırarak yeniden ait olduğunu düşündüğü sokaklara döndü.

Bense sonunda sobelenmiş, omzuma dokunan bu el sayesinde yuvama bir adım daha yaklaşmıştım. Bir gün ona kavuşacaktım, artık biliyordum.