***
Geçtiğimiz günlerde kafeye gelip oturduğu masanın altında onu hayatının ilk ve tek aşkına kavuşturacak olan mektubu unutan Salih Bey'den bahsetmiştim. Hani Umut ile benim adeta birer hafiye gibi önce Salih Bey'i, sonra da onun sonsuz aşkı Müzeyyen Hanım'ı aradığımız ve sonunda Müzeyyen Hanım'ı bir huzurevinde bulup ona mektubu ve alyansı teslim ettiğimiz o hikaye...
Evet, Müzeyyen Hanım'ı bulmuştuk, nerede olduğunu biliyorduk ancak Salih Bey hala ortada yoktu. Salih Bey mektubunda yazdığı gibi sevdiğine, sevdasına, hayatının ışığına bizim kadar hızlı kavuşamamıştı. Müzeyyen Hanım'ı bulduğumuz gün içimiz rahatlamış, bir huzura kavuşmuştu ama sonraki günlerimiz hep Salih Bey'i düşünerek geçti. Neredeydi? Kayıp mektubunu ve hatırası büyük olan o yüzüğü aramıyor muydu? Müzeyyen Hanım'ı aramıyor muydu? Kavuşabilmiş miydi ona? Yoksa, yoksa bunca şeyden sonra vazgeçmiş olabilir miydi? Yo, yo olamazdı. Bu tüm ölümsüz aşklara inananlara büyük haksızlık olurdu.
Kafeye gelen esrarengiz bir mektup
Biz bunları düşünürken bir gün kafeye bir adam geldi. Orta yaşlarda, temiz giyimli biri. "Size bir mektup var" dedi. Son birkaç haftada ikinci kez elimde bir mektupla kalakaldım. Geçmişe dönmüş, internetin, e-postanın, cep telefonlarının olmadığı yıllara mı ışınlanmıştık acaba? Ya da bana acıdan başka hiçbir şey vermeyen kalbim bulanmış, aklım peltelenmiş, beynim bana oyunlar mı oynamaya başlamıştı?
Adam mektubu bırakıp gitti. Ben dakikalarca elimde üstünde hiçbir şey yazmayan bir zarfla kafenin ortasında kalakaldım. Açamadım. Umut da kafede yoktu. Suç ortağım olmadan nefessiz kalmaktan korktum, yapamadım. Umut'u bekleyecektim.
Umut, akşam vardiyası için kafeye geldiğinde hemen yanına koşup ona esrarengiz mektuptan bahsettim. Umut beni yanıltmadı ve hemen beni arka tarafa çekerek mektubu okumaya ikna etti.
Ve biz kaybolmuş, başka insanların umuduna ihtiyacı olan iki ruh mektubu okumaya başladık.
"Sevgili çocuklar,
Ben Salih. Bu mektubu göndermek yerine kendim gelip sizinle tanışmayı, konuşmayı o kadar çok isterdim ki... Ama maalesef bu mümkün değil, bir süredir hastanedeyim.
Korkmayın ama iyiyim. En iyisi her şeyi sırasıyla anlatmak...
O gün kafeye geldiğimde çok mutsuz, çok dalgındım. Neredeyse Müzeyyen'i asla bulamayacağıma inanmıştım. Ki 40 senedir bir an bile aklımdan geçmemişti bu, hep onunla kavuşacağımıza, bu ayrılığın, bu hüzün dolu yılların biteceğine inanarak yaşadım şu yaşıma kadar. Ama o gün, o gün anlamsız bir vazgeçiş vardı üzerimde. Sanırım bu yüzden hayatımı değiştirecek o mektubu düşürdüğümü fark etmedim. Ama çok şanslıyım ki onu bulan siz oldunuz.
Mektubun cebimde olmadığını fark ettiğimde ise çok panikledim. Anlamsızca sağa sola koşuşturuyordum, sokakları tek tek yürüdüm, her çöpün içine, her taşın altına baktım. Ama yoktu. Mektup çok da önemli değildi, yeniden yazılırdı ama ya ya o Müzeyyen'in parmaklarına kısa süre de olsa değmiş olan yüzük? Bende ona ait olan tek şey olan o yüzük? Onu bulamazsam ölürdüm ve az kalsın ölüyordum da.
Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Beni sokakta baygın bulmuşlar. Heyecandan, üzüntüden, koşturmacadan kendimi kaybetmiş olmalıyım. Kendime geldiğimde hemen dışarı çıkıp aramaya devam etmek istedim ama doktorlar izin vermedi. "Çok hastasın, tedavi olman gereken yerde bir de kendini yoruyorsun" dediler. Bence küçük bir detay ama siz de bilmelisiniz. Siz hayatımın en özel sırrını biliyorsunuz, bunu da bilmek hakkınız. Ben bir süredir ciddi bir hastalıkla boğuşuyorum. Tedavi edilmezse insanı öldüren hastalıklardan. Tek tedavisi ise riskli bir ameliyat ve bunu da sadece yurt dışında yapabiliyorlar.
Bunu ilk öğrendiğimde hiç umursamadım. Müzeyyen olmadıktan sonra kaç sene yaşadığımın ne önemi vardı? O varsa hayat anlamlı, o yoksa anlamsızdı. Beni hayatta tutan tek şey zaten onu bulma arzumdu. Onu son bir kez görsem, son kez eline doğru uzansam, son bir defa kirpiklerinin yüzüme değdiğini hissetsem gerisi önemli değildi. O anda orada ölsem hiç umrumda olmazdı. Onu sevdiğimi gözlerimde bir kez daha görmeliydi, sonrası hiç mühim değildi.
Böylece tedavi seçeneğini yok sayıp kendimi Müzeyyen'i aramaya adadım. Ta ki ona çok yaklaşıp sizin kafede o mektubu düşürdüğüm güne kadar.
Sokakta bayılıp hastaneye kaldırıldığım gün anladım ki hastalığım çok ciddileşmiş. Bırakmadılar beni. Ne sizin yanınıza gelebildim, ne Müzeyyen'e gidebildim. Kader gene büyük bir oynuyordu ve ben yine çaresizce kenardan izliyordum. Neden izin vermiyordu ki, neden kavuşmamıza mani oluyordu? Neden onu korkmadan sevmeme müsaade etmiyordu?
Ama sonra, sonra bir mucize oldu.
Hastanede yattığımın üçüncü günüydü. Güneş camdan sızıyor, beyazlarla kaplı, ilaç kokulu odayı mutlu bir düşe dönüştürüyordu. Sonra kapı açıldı. Hemşire geldi herhalde dedim, serumumu değiştirecek. Ama kapıdan içeri mor bir elbise giymiş, minnacık bir kadın girdi. Elinde tüm odayı mis gibi bir kokuya boğan rengarenk laleler var.
Müzeyyen gelmiş! Müzeyyen'im, sevdam, hayatımın ışığı gelmiş!
Bunca yıldır her gün onu ilk kez göreceğim anın provasını yapan ben, tüm söyleyeceklerimi ezberlemiş olan ben, yatakta öyle hareketsiz kalakalıyorum. O da kapı eşiğinden adım atamıyor. Uzaktan birbirimize bakıyoruz. Yüzyıllar sürüyor sanki o bakışmamız. Ambulans sirenleri duruyor, insanlar duruyor, dışarıda esen rüzgar duruyor. Dünyada sadece ikimiz kalıyoruz. Biz o anda kilitli kalıyoruz.
Sonra ağır adımlarla yatağıma doğru ilerlemeye başlıyor. Gözlerini gözlerimden hiç ayırmadan yanıma sokuluyor, hiçbir şey demeden elimi tutuyor. O anda elimde onu hissediyorum, bakıyorum, yüzük parmağında. Yüzük yeniden onun o narin parmaklarında... Küçük bir çocuk gibi seviniyorum. Tüm sevincim kırış kırış olan yüzüme kocaman bir gülümseme olarak yayılıyor. Sonra o da gülmeye başlıyor. Yeniden 20 yaşına dönmüş gibiyiz. Mutluyuz, beraberiz, kavuşmuşuz. Bir hastane odasında ölmekte olan bir adamla yaşlı bir kadın değiliz o anda, ilk kez kalbi çarpmayı öğrenmiş iki yeni yetmeyiz. Biz yeniden Müzeyyen ile Salih'iz.
"Biz bir daha hiç Salih ile Müzeyyen olamayabilirdik"
O gece Müzeyyen benimle hastanede kalıyor. Yılların biriktirdiği her şeyi konuşuyoruz. İçimizi döküyoruz. Bana sizi anlatıyor, huzurevini anlatıyor, bensiz yıllarını anlatıyor, beni nasıl bulduğunu anlatıyor.
Ama mutluluğumuz çok da uzun sürmüyor. Hastalığımın ciddiliğini daha ben söylemeden anlıyor. Müzeyyen böyledir, bir şeyi anlaması için gözlerinizin içine uzun uzun bakması yeterlidir. Anlayınca kızıyor bana, "Beni nasıl sensiz bırakırsın, bunu nasıl düşünebilirsin?" diyor.
Ben o akşam o hastane odasında Müzeyyen'e bir söz veriyorum. Tedavi olacak, iyileşecek ve artık onu bir daha asla bırakmayacağım. Çünkü artık yaşamak için bir sebebim var. Müzeyyen bana döndü. Müzeyyen'in olduğu bir hayat yaşamak için fazlasıyla güzel.
Müzeyyen bana döndü. Müzeyyen benim yaşama sebebim.
O yüzden, sevgili çocuklar, size ne kadar teşekkür etsem az. Siz olmasaydınız Müzeyyen'e belki de hiç kavuşamayabilirdim. Onun elini bir daha tutamayabilirdim. Ben o hastane yatağında, o huzurevinin yalnızlığında ölebilirdik. Biz bir daha hiç Salih ile Müzeyyen olamayabilirdik.
Gelecek hafta Amerika'ya gidiyorum, hastane ayarlandı. İyileşince - eğer hayatta kalabilirsem - Müzeyyen'i elinden tutup sizi görmeye geleceğim. Elimizde laleler olacak ve size sarılıp hiç unutmamanız gereken bir cümle söyleyeceğim:
Yarım kalan her şey tamamlanmaya mahkumdur.
Sevgilerimle...
Salih Akcan."
***
Salih Bey ile Müzeyyen Hanım 40 yılın ardından kavuşmuşlardı. Gözlerimdeki yaşları taşıyamıyordum artık mektup bittiğinde. Mutluluktan mıydı gözyaşlarım, onların tekrar ayrılma ihtimalinden miydi emin değildim. Müzeyyen Hanım Salih Bey'i o hastanede nasıl buldu, onu yine bir hastane odasında mı kaybedecekti ve biz bu kadere ne kadar müdahale etmiştik hiç bilemiyordum ama Salih Bey haklıydı.
Yarım kalan her şey tamamlanıyordu. Yaşam ya da ölümle, kavuşma ya da ayrılık ile...
Tüm hikayeler bir gün tamamlanıyordu. Onlarınki de öyle ya da böyle, yakın zamanda tamamlanacaktı.