***
Dün kafedeydim yine; kahve siparişlerini alıyor, masalara tatlı servisi yapıyordum. Çok kalabalık değildi kafe, çok da boş sayılmazdı. Sıradan bir çarşamba günü daha... Eve gidip Süt ile uyuma hayalleri kuruyorum. Başka bir hayalim yok çünkü. Sevdiğim adam, beni böylesine derin bir yalnızlığa mahkum eden adam sadece rüyalarımda bana ait, rüyalarımda benim. Hayatım sadece rüyalarımda farklı, rüyalarımda sıra dışı. Uyumalıyım, başka biri olmak için belki de sonsuza kadar uyumalıyım.
Bunları düşünürken bir anda kafede bir ses duyuldu. Tiz bir erkek sesi... Ağlayan bir erkeğin sesi... Neler oluyor diye arkamı döndüğümde içinde derin bir hüzün barındıran bu sesin az önce kafeye girip ortadaki masaya oturan yaşlı adamdan geldiğini fark ediyorum. Omuzları sarsılıyor ağlarken, gücü yok, sadece incecik bir ses çıkıyor. Katıla katıla, yıllardır hiç ağlamamış gibi ağlıyor.
Hemen elimde mendil ile yanına koşuyorum. "Buyurun" diyorum, "Lütfen alın. İyi misiniz? Sizin için ne yapabilirim?"
Yaşlı adam mendili elimden alıyor ama kafasını hiç kaldırmadan ağlamaya devam ediyor. Gözlerim doluyor, öyle çok ağlamak istiyorum ki ben de o sırada, ama bir şey engel oluyor bana, sanki kafede tanıştığım evsiz adam geri gelip kulağıma o sözlerini fısıldıyor yeniden:
"Gözlerindeki o her an yağacakmış gibi duran yağmur bulutlarından kurtul. Güneş bir gün yine açacak, çiçeklerin mis kokusu saracak etrafı, kızlar kikirdeyecek, oğlanlar saçını tarayacak. Güzel günler her şeye rağmen gelecek."
Ona inanıyorum. "Güzel günler her şeye rağmen gelecek" diyorum yaşlı adamın kulağına. İşte o zaman başını masadan kaldırıyor, beni görüyor. Gözyaşlarının ıslattığı yanakları al al oluyor, anlamadığım bir şekilde utanıyor benden. "Özür dilerim kızım" diyor.
"Çok yalnızım, kızım"
"Özür dilemeyin ne olur... Sadece kötü bir haber mi aldınız, sevdiğiniz birine bir şey mi oldu diye endişelendim" diyorum.
"Sevdiğim herkese bir şeyler oldu" diyor yaşlı, ıslak yüzlü adam, "Hepsi gitti" diyor. Birkaç saniye susuyor, kırışmış ellerini birbirinin üzerine koyuyor, derin bir nefesi içine çekerek "Çok yalnızım, kızım" diyor.
Cümlesi bittiğinde kendimi masasında otururken buluyorum. Yarası, yaram çünkü. "Anlatın, ne olur..." diyorum.
"Çok da anlatabileceğim bir hikayem yok benim, kızım. Hikayesi olan şanslı adamlardan olamadım ben. Emekli pilotum. Hayatım havada geçti. Çok sevdiğim karımı bile o kadar az görebildim ki ben... Bir gün ansızın kalp krizinden kaybettiğimde onu, o zaman anladım ben, ben onu hiç yaşayamamışım. Onu yanımdayken bile özlemişim hep, hiç doyamamışım. O gittiğinde sanki hayat da bitti. Sabah kalkmak için sebebim yoktu, gece rüyalarıma girer belki diye uyuyordum. Her gün daha da büyüyen bir özlem işte, nasıl anlatılır ki... Yemek yapıyor, sofrayı her zaman iki kişilik kuruyordum. Süheyla'm yemeklerimi seviyordu, hissediyordum. Öyle böyle 13 yıl geçti onu kaybettiğimden beri. Onu daha az özlediğim, onu düşünmediğim tek bir gün olmadı. İçim onunla bu kadar doluyken bu kadar yalnız olmamı anlayamıyordum. Haksızlık gibi geliyordu, çok büyük bir haksızlık. Sevenler hiç terk edilmemeli, hiç."
Bu son cümlesinden sonra durdu, önünde duran sudan bir yudum içti, yeniden dolan gözlerini ona verdiğim mendille usulca sildi. Sonra yeniden söze girdi:
"Çocuğumuz da hiç olmadı. Önce istemedik, sonra da olmadı hiç. Onunla ikimizdik koca hayatta. O da gidince yapayalnız kaldım. İnsan alıştım sanıyor, ama sonra bir bakıyor, hiç tanımadığı bir yerde, hiç tanımadığı insanlar arasında hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Yalnızlık ne kadar kendini kandırırsan kandır, ne yaparsan yap geçmiyor."
***
Yaşlı adam yeniden sustu. İçinden çok şey geçiyordu belliydi ama yalnızlıktan dili peltelenmişti. Çok uzun süredir kendi kendine konuşmaktan başkasına anlatacak bir şeyi kalmamış gibi hissediyordu.
Sessizliği bozan ben oldum.
"Bu akşam benimle bir yemek yemek ister misiniz?"
Sonradan adının Muhittin olduğunu öğrendiğim yaşlı adam, içinde kocaman yaşların biriktiği gözlerini bana doğru kaldırdı. Hayatında belki de ilk defa böyle bir soruyla karşılaşıyordu. "Benimle?" diye kekeledi, "Emin misin kızım?"
O kadar emindim ki... 13 yıl önce hayatındaki tek insanı, karısını kaybetmiş, çocuğu hiç olmamış, torun sevgisini hiç tadamamış, yalnızlığı en az benim kadar iyi bilen biri vardı karşımda. Ve ancak biz birbirimizi iyileştirebilirdik.
Biz, 73 yaşında kimsesi olmayan Muhittin Amca ve ben 28 yaşındaki hayatı boyunca yalnız bırakılan kafedeki kız o akşam hayatımızın en güzel yemeğini yedik.
Muhittin Amca, Süheyla Teyze'den, gençlik yıllarından, onu nasıl üniversitedeki baloda görüp aşık olduğundan, sonra evlendikten sonra onu nasıl ihmal edip yalnız bıraktığından bahsetti. Pişmandı, onu çok özlüyordu. Şimdi de Süheyla onu yalnız bırakmıştı işte. "Yalnızlığın nasıl acımasız bir düşman olduğunu onu gerçekten yaşamayan kimse anlamıyor" dedi Muhittin Amca tatlılarımızı yerken. "Sen beni anladın. Sen 13 senedir kimsesiz olan bu yaşlı adamı dinledin, yaralarına dokundun, onları sardın. Sen kimsesiz bir adama çok güzel bir akşam yaşattın. Sayende uzun zaman sonra ilk kez gülümsedim, ilk kez güldüm ben. Ama artık sen de yaralarının sarılmasına izin vermelisin. Sen benim yaşadığım pişmanlığı yaşama. Sen birini sonsuza kadar kaybettikten sonra masaya onun için bir tabak daha koyan insan olma. İnsan yalnızken yaşamıyor. Sen yaşa. Sen çok yaşa!"
O akşam restorandan çıktığımızda ikimizin de gözlerinde bulutlar değil, yeni açan çiçekler vardı. Ve ikimiz de biliyorduk ki uzun süre yaralarımız kanamayacaktı.
İyileşmiştik.