Yemek.com

Kafedeki Görme Engelli Sahaf Amcanın Bir Mektupla Değişen Karanlık Hayatı

28 Haziran 2017

Uzun zamandır hiçbir şey iyi gitmiyordu, kötü gidiyor da sayılmazdı ama bu da yine hiçbir şeyin iyi gitmediği anlamına geliyordu.

18 yaşında havalı gözüken şeyler on sene sonra aynı etkiyi yaratmaz. Küçük bir kafede garsonluk yapıyorum, doğduğumdan beri aynı evde yaşıyorum ve bir kedim dışında hiç kimsem yok. On sene önce bunlar havalı olabilirdi ama şimdi değil. Belki o zamanlar bu yalnızlık, bu özgürlük hissi bile güzel geliyordu bana bilemiyorum, ama şimdi benim kendi kanımdan yarattığım düşmanlarım var. Yalnızlığa dair her şey benim düşmanım. Dünya beni göremeyecek kadar meşgul, bense kendimi etime batan, kapanmayan ve sürekli kanayan yaralarımdan oyaladığım kadar varım. Dünya beni görmediği sürece ben de yokum sonuçta. Ben herkesin gördüğü ama kimsenin tanımadığı kafedeki kızım.

Dedim ya hiçbir şey iyiye gitmiyor, dedim ya dünya beni görmüyor diye, ama bazen öyle bir şey olur ki hiç beklemediğin bir anda görülmeyen insanların görmeyenler tarafından yazılan bir hikayesi olabileceğini öğrenirsin.

Kafeye gelen sahaf amcanın hikayesi de bunlardan biri.

***

Bir gün öğle saatlerinde kafenin kapısındaki çıngırağın çıkardığı sesle daldığım düşlerden uyanıyorum. Orta yaşlarda bir erkek gözlerini dikmiş bana doğru yürüyor. Adres soracak herhalde diye düşünüyorum, kafede oturmayı planlasa masalara bakardı ilk. Ama adam hızlı ama emin adımlarla bana, tezgahın arkasındaki gözleri şiş kafedeki kıza doğru yürüyor.

Önümde duruyor ve “Sizden önemli bir şey rica edeceğim, benim için çok çok önemli bir şey” diyor. “Benim için yapar mısınız?” diyor.

Adamın gözleri en az benimkiler kadar şiş, yaraları en az benimkiler kadar iyileşmemiş. Size daha önce demiştim, mutsuz insanları sadece mutsuz insanlar görüyor. Adamla biz birbirimizi görüyoruz. Hayaletler birkaç saniye de olsa birbirine görünüyor oluyor Nişantaşı’nın bu küçük loş kafesinde.

“Tabii” diyorum, “Yardım edebileceğim bir konuysa neden olmasın?”

“Bu mektubu birazdan kafeye gelecek olan bir adama ulaştırmanızı istiyorum” diyerek elime dörde katlanmış bir kağıt parçası tutuşturuyor.

“Tabii veririm” diyorum biraz meraklanarak.

“Yo, yo vermenizi istemiyorum, yanlış anladınız. Mektubu ona okumanızı istiyorum” diyor gizemli adam.

İyice şaşırıyorum. “Özel bir mektubu hiç tanımadığım birine okumamı mı istiyorsunuz?” diyerek şaşkınlığımı belli ediyorum.

“Onu görünce anlayacaksınız. Siz benim için ona bunu okuyun yeter” diyor adam.

“Peki” diyorum, “Kime okuyacağım mektubu? Nasıl tanıyacağım onu? Burada da bir şey yazmıyor, adı ne mesela mektubun sahibinin?”

“Adı önemli değil, siz onu siparişinden tanıyacaksınız. Limonata ve çikolatalı pasta sipariş edecek. İşte mektubu okuyacağınız kişi o.”

Adam bana yaralı bir gülümseme bırakıp geldiği hızla kafeden ayrılıyor. Bu bir şaka mı? İsmini bilmediğim, sadece geldiğinde limonata ve pasta sipariş edecek bir adama tanımadığım bir adamın mektubunu okuyacağım öyle mi? Tanrım, biri beni uyandırsın. Hemen…

Elimde dörde katlanmış bir kağıtla bir süre tezgahın arkasında öyle dikiliyorum. Bir süre kafeye giren çıkan olmuyor. Ben de bu gerçekten kötü bir şakadır diyerek mektubu önlüğümün cebine koyuyor ve işime dönüyorum.

Sonra bir anda kafe kalabalıklaşmaya başlıyor. Masalar bir doluyor, bir boşalıyor. Masadan masaya koştururken biraz önce kafeye giren fötr şapkalı adamın masasına gidip ne istediğini soruyorum.

“Bir limonata, bir de çikolatalı pasta” diyor.

O anda kafedeki hayat donuyor benim için. Kötü bir şaka değilmiş; geldi, mektubun sahibi geldi. Ellerim titriyor, ayaklarım birbirine dolaşıyor. Sonra cılız bir sesle, “Hemen” diyor ve adamın yanından uzaklaşıyorum.

Adamın siparişlerini hazırlıyor, Umut’a biraz işim olduğunu, diğer masalarla onun ilgilenmesi gerektiğini söyleyerek adamın masasına dönüyorum.

“Buyurun efendim” diyerek masaya pastasını ve limonatasını bırakıyorum.

O sırada daha önceki şokumu üstümden atmamı sağlayacak başka bir şey oluyor. Adam ellerini masada sağa sola, öne arkaya hareket ettirerek bardağını ve tabağı bulabiliyor. O sırada yanındaki değneği de fark ediyorum. Ve kafeye gelip mektubu bırakan adamın “mektubu okumam” konusundaki ısrarını ancak şimdi anlıyorum.

Fötr şapkalı bu amcanın gözleri görmüyor.

“Merhaba baba, sen beni tanımıyorsun ama ben senin oğlunum"

Kendime gelince yanındaki sandalyeyi çekip oturuyorum. “Bu biraz garip gelebilir ama size bir mektup okumam lazım” diyorum. “Bugün kafeye orta yaşlarda bir adam gelip bıraktı ve size okumamı söyledi.”

Adam da en az benim kadar şaşkın, hiçbir şey demiyor, sadece başını sallıyor.

Kağıdı açıp okumaya başlıyorum.

“Merhaba baba,

Sen beni tanımıyorsun ama ben senin oğlunum. Varlığımı bile bilmediğin oğlun…

Anneme bir söz vermiştim, asla onu ve beni bırakıp giden adamı aramayacak, onu bulmayacak, onu görmeyecektim. Ama artık annem yok. Üç ay önce kaybettik onu. Senin bıraktığın kalp kırıklığıyla bu kadar yaşayabildi. Ben de ona verdiğim sözü o hayattayken tutmaya çalıştım, başka bir erkeğin daha ona yalan söylemesine, onu kandırmasına katlanamazdı çünkü. O da artık beni terk ettiğine göre verdiğim sözü biraz gevşetebilirim dedim. Seni görmeden de seninle konuşabilirim.

Aslında anneme biraz ihanet etmiş de olabilirim. Sonuçta her erkek çocuğu biraz babasına benzer. Sen beni görmediğin her anda ben seni izliyordum çünkü. Son birkaç yıldır bu böyle. Anneme kim olduğunu araştırmamaya söz vermeme rağmen buldum kim olduğunu. Seni evinden çıkarken, dükkanına girerken, köşedeki çorbacıda çorba içerken, deniz kenarında sadece sesini dinlediğin dalgalara karşı otururken, canın sıkkın olduğunda limonata içip pasta yerken ben seni hep uzaktan izliyordum. Hiç sahip olamadığım babamı izliyordum. Kaç kere geldim sahaf dükkanına biliyor musun? Bir aralar neredeyse her gün geliyordum. Üstüne yaşanmışlık sinmiş o sararmış kitap sayfalarını karıştırırken beni görmeni bekliyordum. Italo Calvino'yu alıyordum elime ya da Pavese'i, beni gör, beni en sevdiğim yazarlar sayesinde tanı istiyordum. Göremediğini biliyordum tabii, ama beni gönül gözünle gör, varlığımı hisset, senin bir parçan olduğumu artık anla diye bekliyordum. Babasız çocuklar hiç büyümüyor işte, sahafta geçen her günüm büyük bir hüzün olarak bana dönüyordu. Öyle böyle kendimi yaralaya yaralaya daha nadir gelmeye başladım sahafa. Sen beni hiç görmezken, ben seni daha az görmeye başladım.

Annem senden nefret ederken bir yandan da deli gibi sevmekte ne kadar haklıymış… Sana şu an hissettiklerim tam olarak böyle. Onun sana deli gibi aşık olduğunu bile bile tek gecelik bir ilişki yaşayıp onu terk etmen, başka bir kadınla nişanlanman ve hamile olduğunu sana söylediğinde ona inanmaman seni iyi bir insan yapmıyor. Ama kalbim... Babasızlık özlemi çeken şu yaralı kalbim bir yandan da dünyayı görmemekle cezalandırılan bu adamı sevmek istiyor. Ah delicesine sevmek…

Sen annemi ‘Seni bir daha görmek istemiyorum’ diyerek terk ettiğin o geceden bilmem kaç karanlık gece sonra tüm dünya da sana yüzünü göstermeyi reddetti. Bense beni hiçbir zaman görmeyecek bir babaya sahip olmakla lanetlendim.

Sen beni hiçbir zaman görmeyeceksin, sesimi duyamayacaksın baba.

Ama ben seni annemin gözleriyle izliyor olacağım.

Oğlun…”

Mektubu okumayı bitirdiğimde göz pınarları kim bilir kaç senedir kuru olan bu yaşlı, gözleri görmeyen sahaf adam ağlıyordu. Koluna dokundum, içini döksün istedim ama biliyordum tek kelime bile etmeyecekti. Bir şeyler söylemek anlamsızdı.

Onu iki eliyle birden kavradığı mektupla masada baş başa bıraktım.

Artık onun ve oğlunun çektiği acıları görüp görmemek dünyanın bileceği işti.